16 Ekim 2008 Perşembe

"Sen" neysen "Sinema" "O" dur...

Son zamanlarda yaptığım araştırmalar ve “Sinema” üzerine okuduğum bir dolu yazılar neticesinde “Türk Sinemasında yeni bir dil oluşturma çabası” fiilinin çok moda olduğunu sezinliyorum.Kayda değer sayıda eleştirmen ve yazarlar bu ana fikir çerçevesinde yorumlar ve yazılar kaleme alıyorlar.”Sinema” sanatını diğer sanat dallarından ayrı tutmak için çabalar,diğer sanat dallarının “Sinema”ya olan etkileri ve bu etkilerinin azaltılması,”Sinema”yı farklı kılmak için kullanılan “Seyirciyle Özdeşleşme” sürec kavramının diğer sanat dallarından daha hızlı ve etkili olması vesaire…”Bir göz atmakta yarar var” dedim bu konuya bende…

Yer Rusya, olay Devrim Sineması. Eisenstein, Pudovkin, Vertov gibi yönetmenlerin başını çektiği, Eisenstein’ın tiyatro üstadı Meyerhold ile çalışmaları sonucunda, gerekli ilhamını aldığı ve kendisinin de başını çektiği sanat-sinema akımı. Eisenstein’ın yeni bir “DİL” in açığa çıkmasını isteyerek, ”Sinema”yı diğer sanat dallarından farklılaştırma metodu gayesinde çabaladığı, geçmişini oluşturan “Tiyatro” ve son hobisi “Sinema” arasındaki esas farkı “MONTAJ” ve montaj içinde “YAKIN PLAN” kavramları ile desteklediği, üzerinde yıllarca devinimler geçirip, temelinde diğerlerinden farklı olma ve yeni bir dil oluşturma çabası bulunan, son olarak kavram dağarcıklarımızı “Enteklektüel Montaj” ile genişleten sineakım…(Tiyatro-Sinema ayrımı)

Mainstream (Ana dalga akım), yani Hollywood Sineması. Griffith’in klasik Giriş-Gelişme-Sonuç üçlemesinde zamansal-mekansal birliği kurmak için oluşturduğu “Montaj” prensibleri. Temelinde yunan trajedi kaynakları bulunan, klasik anlatı tekniği ile yola çıkmış, Fransız Maupassant’ın gelişimini gösterdiği “ Olay Hikayesi ” denilen edebi gücün, sinema da yer bulması ile sonuçlanan, vazgeçilemez, birçoklarına göre ana sinema akımı. Temelinde edebi sanatların karşı konulamaz cazibesi var.(Edebiyat-Sinema kolektifi)

Ekspresyonizm, yani Alman vatandaşların “Dışavurum” çabaları. Aldığı isimden dahi kolaylıkla ayırt edilebilen, insana özgü deneysel duyguların etkisi altında kalmış, ana akımların tam karşıtında, bir “Devlet Tiyatro” oyununun, bol makyajlı büyük oyunculuklu, gelişmiş bir sinema versiyonu. Temelinde yeni fırsatlar yakalama çabası var.(Tiyatro-Sinema-Edebiy
at kolektifi)

Yeni Dalga Akımı, Godard’ın önderliğinde, Serseri Aşıklar filmi ile akımlar parentezine adımını atan Avrupa temelli akım. Godard ve arkadaşlarının “Sinematek”lerde klasik anlatıyı yıkmak için neredeyse tüm klasik Hollywood filmlerini izleyip, Griffith’in birbirini takip eden ve hiçbir sıradan hayat göstergesi bulunmayan zaman-mekan evreninin, tümünü yıkmak çabasını sinemasal evrenlerine yaydıkları, temelinde klasik anlatı dilini yıkarak yeni bir “DİL”oluşturma çabası bulunan akım.(Sinema-Dil yıkarak-Dil oluşturma)

Yeni Gerçekçilik, Yeni Sinemacılar, Yeşilçam vb.İsminin başına “yeni” koyulan her akım, kendinden öncekini yıkmak, daha önce keşfedilmemiş!!! teknik öğeler yakalamak, “Yeni” şeyler üretme, ilk olma çabasında bulunmakta ısrarcıdırlar. ”Yeşilçam” ise hepimiz tarafından bilinen klasik anlatı “dram” yapısını kendince “Melodram” yaparak, “bizim de bir sözümüz var” mantalitesiyle yola çıkmış bir Türk sine-akım.Bu bilgilerin ışığında yazının temel fikrine gelecek olursak;

Türk sineması son zamanlarda “Tasavvufi” bir “DİL” oluşturma çabası içerisinde.(Farklı dil yolculukları da olmuyor değil).Diğer Dünya meslektaşların bir çoğu gibi bu görünümü kolay olan “DİL” oluşturma çabası tuzağının kucağına düşmekteyiz. Eksik kalan yanlarımızı oluşturduğumuz yeni “DİL” ve “DİLLER” ile kapatmaya çalışarak, farklılığımızı kendimizde değil,farklı olmak için uğraştığımız “şey”e isim koymakta aramaktayız.Hal bu ki;


…Sanat bir arayıştır. Bir sistem-gözlem mekanizmasıdır. İnsanın “Özü”ne olan yaklaşma sürecidir.En temelinde “Soyut” olan düşünce sisteminin “Somut” olan beşeriliğe indirilmesidir.Eğer; sanat bir dil oluşturma, yeni şeyler keşfetme çabasında olursa,yapılan işin isimlendirme operasyonu, yapılan işten çok daha ötede anılmaya başlayacaktır.Sonuç olarak temelinde “öz”,”kültür”,”gelenek”,”adet” gibi eserimize yansıması muhtemel kavramlardan kendimizi uzak tutmak zorunda kalacağız .Bu kesin bir sonuçtur.Peki her farklılığı(farklı olma çabası değil),gözler önüne seren,sanatı diğer sanattan,eli diğer elden farklı kılan nedir.Tabi ki “ÖZ” ve bu öze sahip olan varlık “İnsan”…

…İnsan nedir peki?İnsan soyutta biçimlenmiş şuurunu somutta fiziksel kavramlara dönüştürebilen varlıktır.İnsan başlı başına bir “Sanat” eseridir.”İnsan” sanattır.”İnsan”” kendince bir "toplum" ve dahi başlı başına bir "akım"dır. Her insan birbirinden farklı özellikleri ile,birbirinden farklı dışavurumları ile,gerçek manada bir edebiyat eseri,işitsel-görsel bir “Sanat” eseridir.
…Sanat ve dahi “Sinema ” ”İnsan”ı “Sanat”tan ayrı tuttukça, gerekli sayılabilir kavramları uygulanması gereken teknik problemler olarak görmeye mahkumdur. Yeni dil oluşturmak,farklı olmak,birbirinin evrensel düzenlerini kopya etmek,kopya edemediklerini infilak etmek prensipleri peşinden koşuldukça,oluşum sürecine aracı olduğumuz eserler ya birbirini izleyen benzer halkalar dizaynında ,ya da aykırılık adı altında bol teknik öğeli Sanat-Sinema! Şaheseri!!! olmaktan öteye geçemeyecektir.
…İnsan kendi manasında hem teknik öğelerin tümünü!, hem de düşünsel verilerin oluşum süreçlerini saklar.Teknik öğeler bedensel aygıt bileşimimizde mevcuttur.Ayakları gövdeyle birleştiren bir tripod,boyun ile kafatasını birleştiren bir işlemci,dış ses alıcı kulak ve açılımlarını işlemciye hızlı bir şekilde yansıtabilen göz.Bacakların hareketi bir şaryo ve dahi bir steadycam,iki insan omzuna yerleşmiş tüm bir sistem; tam manasıyla bir magnum…Düşünsel öğeler ise,en basitinde akıl kavramı kabulü ile,insani teknik öğelerin her birinin aynı anda çok seri bir şekilde değerlendirilmesi,tecrübe kabulu ile,oluşturulacak olan eserin doğru olarak,doğru zaman ve mekanda yerleştirilmesidir.”ÖZ” ümüzde yaptığımız bilinçsel devinimler,rüyalarımız ,hayellerimiz ve dahi en önemlisi kendimizle beraber yola çıktığımız insanlığa,çevreye,hayvanlara,gezegenlere vb. olan yolcuğumuzdur.

Bergman’a katılmadan edemeyeceğim,”Sanat”ı bir öze ulaşma operasyonu, kendini tanıma yolu olarak belirleyen, metaforlarını özünde kurduğu evrende “kendim”ce imgeleştiren, bir “DİL” oluşturma çabasında olmadan yalnızca “Öz”ünde bulduğunu seyircisine aktaran “Tarkovski” gelmiş geçmiş en büyük yönetmen-kişidir.En azından sadece film yönetme gayesinde olmadığı,”İnsan” ‘Öz” ve “Sanat” üçlüsünü kendi tezgahında harmanlayarak,seyircisine en saf şekilde aktarma çabasında olduğu için…

…Türk Sinemasında küçük kıvılcımlar yok da değil hani. Nuri Bilge,Semih Kaplanoğlu gibi kişi-yönetmenler belki de Tarkovski’nin “Şiirsellik “ adında kavramlaşan akışının(diğerlerine göre akımının) imgesini kendi bünyelerince yakalamaya çalışıyorlar.Görünen o ki;Dünya ve bizi ilgilendiren Türk sinemasının bol teknik öğe kaygılı,devşirme,kopy-payst ismen yönetmenlere değil,sanatını kendinde bulmaya çalışan bulduklarını seyircisiyle paylaşan yönetmenlere(İnsan) ihtiyacı var.Çünkü gerçekte ;”Sen” neysen “Sinema” “O” dur…

Hiç yorum yok: