23 Şubat 2012 Perşembe

Ingmar Bergman- Scener ur ett Aktenskap (Scenes from a Marriage) (Bir Evlilikten Manzaralar)

Sigara içiyorsanız, ya da alkol kullanıyorsanız, ya da kahve, kola bağımlısı bir kişilikseniz kahvenizden bir yudum aldığınızda ya da sigaranızdan bir fırt çektiğinizde aslında kendinizi; yüzleşemediğiniz bilinçaltınızdan kaçabilmek için -olmasa da olur- bir aktiviteye itiyorsunuz demektir. Yani aslında bu tür alışkanlıklar, bu tür saplantılar sizin düşüncelerinizle hiçbir bedensel fiil içinde bulunmadan yüzleşemediğiniz anlamına gelmektedir. İşte çok konuşmak da böyle bir alışkanlıktır. Aynı bilinç seviyesinde iken bir alışkanlığınızı bırakırsanız eğer, – çok konuşmayı mesela- başka bir alışkanlığa saplanırsınız. Ve beden diliniz, bir meditatif eylem (tampon) olarak bu alışkanlığa bilinçsizce devam etmek zorunda olduğunuzu bildirmektedir. Bergman da bu filminde çok konuşan, duygusal iletişimleri yok denecek kadar az, sorumluluk almaktan yani hayata birebir katılmaktan sakınan, alışkanlıkları içinde yaşayan modern bir çifti konu alıyor. Bu çift, karşılaştıkları problemlerini salt entelektüel iletişimle çözmeye çalışıyor. Bir durum karşısında kadın da erkek de sinirlenmiyorlar çünkü sinirlenmenin getireceği tartışma ortamıyla yüzleşmek istemiyorlar. Birbirlerini öldürmek istiyorlar, lakin arkadaşlıkları bozulmasın diye bu kaba enerjilerini de bastırıyorlar. En sonunda olan oluyor ve adam, daha güçlü duygusal bir deneyim -ilişki için karısını aldatıyor. Daha önce bireyselliğini evliliği dışında başka bir oluş ile ifade edemeyen kadın da bu aldatmacanın getirdiği uzun süreçte kendisiyle yüzleşme fırsatı buluyor. Adam da yakalıyor bu fırsatı tabii. Öyle bir sınır geliyor ki; birbirlerine söyleyemedikleri, hissettiremedikleri bastırılmış duyguları patlama yapıyor ve büyük bir kavgayla birbirlerinden boşanıyorlar… Hassas nokta şu; bu kanlı, toplumun hoş karşılamadığı kadın- erkek kavgası bu çiftin bastırılmış duygularını ifade etmelerine olanak sağlıyor ve tozlu raflar altında kalmış aşk ortaya çıkıyor. Bu darbeden sonra; kavgasıyla, tartışmasıyla bu kadın- erkek çifti oldukları gibi, hissettikleri gibi olmayı öğrenmeleri sebebiyle hiç yaşamadıkları bir büyük sevgi deneyimine doğru yol alıyorlar. Bergman’ın evliliğin bir toplumsal angajman olduğunu anımsatması hayli ilginç. “Sevgi bir alışkanlık mıdır” diye soruyor Bergman. Arkadaşlıkları, alışkanlıkları bozulmasın diye tartışmaktan, duygusal boşanımlardan kaçan çiftlerin sorunlarını film biçiminden taviz vermek koşuluyla bizlere basitçe sunuyor, akıllı yönetmenimiz…

Ingmar Bergman- Hour Of The Wolf (Kurt Saati)

“Bir “ben” varım bir de hakikat” diye düşünme. Hakikat dışarıda aranan, kendinden gayrı bir yere oturtabileceğin bir hedef, amaç, arzu değil. Hakikat bir şey, olgu, kavram, imge, ya da simge de değil. Evinden çıkıp metroya binip gidebileceğin bir mekan da değil ne yazık ki. Evinden çıkarken, kapını kilitlerken, fırıncıya selam verip, bakkaldan sigaranı alırken de hakikatin orada, seninle birlikte. Görmüyor musun? Fırıncının dükkanını geçtikten sonra dönüp arkaya “ha, benim hakikatim fırıncıya selam vermekmiş” diye düşünüyorsan yine yanılıyorsun. Hakikat kendinden ayrık bir zihin tarafından tanımlandığı anda kendi olmaktan çıkar. Bu yüzden tanımlanmaya ihtiyacı yoktur onun. Onu sessiz sedasız, düşüncesiz, zihinsiz kalabildiğin her anında tadarsın. “Çok soru sorma, sonu gelmez arzularından sıyrıl biraz, yaptığın resimlerinin senden birer parça olduklarının farkında olarak yaşa, aslında sadece yaşa” gibi büyük cümleler kuruyor Bergman büyüğümüz. 1950- 1985 yılları arasında sanatçılar kendi sınırları içinde sıkışmış sanat biçimlerini; bireysel deneyimlerini daha güçlü bir şekilde dışsallaştırabilmek için genişletmeye çabaladılar. Mesela; rüyalarımızı nasıl aktarabiliriz diye düşünmeye başladılar. “Rüya ile gerçek birbirinden ayrı ise eğer; bu ayrıksılığı nasıl bir potada eritebiliriz” diye kafa yordular. Batının ruh bilimcilerinden ve doğunun bilgelerinden çok sıkça yardım aldılar. En sonunda rüya görmenin, gündüz rahatça dışa vuramadığımız arzularımızın farklı bir biçimdeki varoluşu olduğuna karar kıldılar. İşte Bergman da bu düşüncelerle; aynı anda rüya gören iki kişiyi, bir kadın ve erkeği getirmiş önümüze. Eğer Johan sadece kendi kurmaca karakterlerinin içinde bulunduğu kabuslar görüyorsa, nasıl oluyor da Alma da aynı karakterleri ve olayları görebiliyor, yaşayabiliyor. Johan bastırılmış arzuları yüzünden problemler yaşıyorsa, nasıl oluyor da karısı Alma da aynı problemlerle yüzleşmek zorunda kalıyor. Johan ve Alma, beraberce rüya mı görüyorlar? Kurt Saati (Fecr Vakti) bir sanatçı, temelde bir insan için neden bu kadar güçlü ayrıcalıklar taşıyor. Johan şimdi nereye kayboldu. Yüzleştiği arzularının yetersizliği, onda bıraktığı boşluk onun yok olmasına mı sebep oldu? Johan ölmeden önce öldü mü? Johan ismi ile adlandırılan Ego hakikat denizi içinde kayıp mı oldu? Ne oldu bakın bakalım, hakikaten ne oldu!

Darren Aronofsky- Requiem For A Dream (Bir Rüya İçin Ağıt)

Dertlerimiz hep aynı. Garsonluk mesleğini icra eden arkadaşım, kafasında Muhteşem Yüzyıl’ın Kanuni’si olma hayalleri ile servis yapıyor. Yonca biçmeyle uğraşan köylü arkadaş, sanki yaptığı küçümsenecek bir şeymiş gibi ünlü olmak adına kendini yapımcı kapılarında bulmuş. Hepimiz olduğumuz gibi güzeliz zaten, herkesin ünlü olması gerekmez. Bir tane cumhurbaşkanından fazlası zararlı, dünyanın en popüler, zengin adamları olamayız hepimiz, sığamayız Ağrı Dağı zirvesine… Görmüyor musunuz? Nedir bu kendinden kaçış. Nedir bu rahatsızlık. Kimimiz başbakan olamayacağımız için yönetmen oluyoruz, kimimiz sorumluluklarımızdan uzaklaşıp zengin olmak adına kokain ticareti yapıyoruz. Veznenin arkasına geçen dedem imparator kesilmiş, dolmuş süren şoför dünyanın sahibi tavırlarında. Nedir bu tonlarca pislik üzerimizdeki. Sırf mutlu olduğumuz için oynadığımız saklambaç oyununu, seksek’i unuttuk mu acaba! Kimse istediği yerde değil, kimse aradığını bulamamış… Peh. Bunu kendimize biz yaptık, kimse kendini kayırmasın. Din siyaset amacı olmuşsa bizim suçumuz. Kavramlar üzerine düşünen adamlar, Hindu- Aryen ırkı olduğunu düşünüp dünyayı katletmek için planlar yapıyorsa yine öyle. Analitik zihnin en yüce adamları, hakikatin farkında olmalarını genetiklerine bağlamışlarsa biz suçluyuz… Garip ama bütün bir insanlık; dehaları ve ortalama zekaları ile aynı basit ama çözümsüz problemi yaşıyorlar. EGO. Kendi kurduğumuz, kendi icadımız “DİL”, aslında bir uydurmaca, kurmaca gerçeklik bizi kendimizden, bizi saflığımızdan, hakikat ile kurduğumuz bağımızdan uzaklaştırmış. Hepsi egonun, hepsi bizim suçumuz. Kokain satan, köşeyi kısa yoldan dönmek için uğraşan gençlerimizi biz bu hale getirdik. Televizyonda gördüğü saçmalıklar dışında bir hayatın varlığını düşünmeyen annelerimizi intihara sürükleyen de biziz. Annesiyle babasıyla iletişimi olmayan bağımlı genç kızlarımızı seks tuzaklarına düşüren de biziz, zenci kavramını ırkçılık yapmak üzere uyduran da… Aranofsky bu rezilliklerimizi görmüş, kendi etrafındaki örneklerini suratımıza vuruyor. Bizi günlük hayatta rahatsız olmadığımız gerçeklerimizle hayli rahatsız ediyor. Aranofsky umutsuz, bizden ve kendinden umudu kesmiş. Ama bence hala umut var. Hala şansımız var insanoğlu…

Ingmar Bergman- Höstsonaten (Autumn Sonata) (Güz Sonatı)

Bergman bilinçaltıyla yüzleşmeye cesaret edebilen ender yönetmenlerdendir. Bergman’ın filmlerini de Tarkovski’nin çok sıkça bahsettiği gibi bir dua (terapi) eylemi olarak görebiliriz… İnsan eksiksiz bir bütün olarak var olur, ama ilk safhada kendini tanımlayabilecek, kendine kendinden bakabilecek bir yeteneği olmadığı için dışarıdan (çevre) kendini ve çevresini tanımlamaya yönelik yöntemleri ödünç alır. Böylece insan; toplum tarafından ödünç aldığı kendinde olmayan “dil” ezberi sayesinde bütünlüğünden taviz vermek zorunda kalır. İfade etme zorunluluğundan dolayı kişinin toplumun yön verdiği “ben” algısıyla kendi deneyimsel, kesintisiz “ben” algısı birbiriyle çelişmeye başlar. İşte bu çelişkiyi yaratan ateşli kişisel arzular (olmak ya da olmamak), bireysel deneyimler ile dışarı vurulduğunda (eylem) artık etkilerini yitirirler, çünkü birey bu arzunun temelinde kendisine ait olmadığının farkına varır. İnsan, su içerken, su bileşiğinin tadına bakarken, başbakan arzusuyla yanıp tutuşuyor olabilir, başbakan olma yöntemlerini düşünüyor olabilir. Yalnız; bu işin hakikati insanın su içiyor olduğudur ve o an su içmek o insanın olabileceği en yüksek bilinçlilik halidir. Yani başbakan olma arzusu ile toplum tarafından doldurulmuş insan, su içtiği sırada; başbakan olmadığı halde bir başbakanın parti toplantısındaki gibi iç konuşmalar yapıyorsa, hem başbakan olamadığı için problem yaşıyordur, hem de kendi hakikati su içme eyleminin bütünlüğünü, zevkini ıskalıyordur. Dua eylemi, eyleme dönüşme noktasında tıkanma (büyük prodüksiyon) gösterebilecek bir arzunun tekrarı ve onun kendiliğinden kaybolması için bir ön hazırlıktır. Bergman’da filminde, kendinden büyük yaşta bir modern kadınla (büyük ihtimal anne) olan problemleri ile yüzleşiyor. Ona; daha önce söyleyemediği bastırılmış fikirlerinden bahsediyor. Seyirci ile dertleşerek, bilinçaltındaki anne ezilmişliğini dışsallaştırıyor. Filmleri ile dua ediyor işte… Autumn Sonata filmi içeriği çok ince düşünülmüş ayrıntılarla dolu. Önemli sözler ve büyük deneyimler barındırıyor içinde. Lakin Bergman’ın dualarının (film) Tarkovski’nin dualarından en büyük farkı güçsüz biçimleridir. Bergman mono-dia-logos (dialog) eylemlerine (söylem bazında dil) o kadar fazla yönlenmiş durumdaki, anlatımının biçiminde aceleci tavırlar göstermek zorunda kalmış. Bir çok sahne, konuşmanın devam edebilmesi için acemice (Bergman gibi bir yönetmene göre) planlanıyor; çünkü Bergman’ın söylemek istediği, içinden atması gerektiği birçok duası var. Film yönetmeni, bilinçaltını ne kadar hızlı dışşallaştırırsa o kadar çabuk sanat eylemine yol alır ki, kızın son mektubundaki monologlar bunun açık bir göstergesidir. İki modern kadın, birisi su içmeyi bırakıp dünya kurtarma derdine düşmüş, diğeri de su içerken kendi içine yolculuğa başlamış. İkisi de su içmeye çalışıyor, lakin annenin kızı su içme eyleminin farkındalığını yaşamaya çalışırken, anne su içtiğinden bile habersiz, o güzelim suyu yerlere döküyor…

Lars von Trier- Dancer In The Dark (Karanlıkta Dans)

Peliküle kaydedilen zaman kesitini (film) tür (genre) kategorisi içerisine yerleştirenler; Hollywood Estetiğinin ticari tarafında bulunan büyük paralı adamlardır. Her sanat kendini ve kendini belirleyen sınırlarını farklı zihinler tarafından ortaya koyulan eylemler içerisinde tanır. Tabii; bu eylemlerin sayısının artması, belirli bir ansiklopedik kültür oluşturmak ve geleceğe dönük zaman planlaması yapmak adına farklı isimler altında sınıflandırılan eserlerin oluşmasını da sağlamaktadır. Problem şu: Bu sınıflandırmalar, filmin kendisini ve sınırlarını anlayamayacak kapasitede bir zihin tarafından da yapılabilir. Sonuçta bahis sanat eserleridir. Yani kısaca filmlerdeki tür kavramı (avam ağzında tarz) yılda 500 film çeken ticari bir silsilenin, filmleri daha iyi pazarlamak için oluşturduğu bir genellemedir. (Klasifiye) İyi bakarsanız, Avrupa zihni; filmlerini türleri ile değil yönetmenleri ile anmaktadır… Bu film için birinci önemli nokta da burası: Trier bu türdeşleşme geleneğinin ekmeğine biber sürmeye çalışmıştır. Müzikal olarak türleşen filmlerdeki klasik yapıyı iyice incelemiş ve aniden şarkı söylemeye başlayan bu film karakterlerini filmine başat öğe olarak yerleştirmiştir. Müzikal tür filmlerinde müzik eseri bir dış efekt olarak kullanılır kararına varmış ve kendi filminde ortam seslerini belirli bir armoniyle harekete geçirmiştir. Aniden şarkı söylemeye başlayan karakterimize ortam hazırlayan doğal seslere hafif de olsa bir dış efekt müziği eklenmemiş olsaydı; Trier’ın bu konuda önemli bir “dil” problemine parmak bastığını söyleyebilirdik. İkinci önemli nokta da Trier’in türdeşleşmeyi oluşturan özdeşleşme geleneğini bozmaya çalışmasıdır. Bir Hollywood filmi seyircisini; dikkatli bir şekilde kurduğu kurmaca atmosferin içinde tutmaya yönelik tavırlar takınmıştır. Yani kısaca bir Hollywood filminde siz seyirci olarak, film süresince egonuzu yönetmenin (arkada yapımcının) kendisine teslim etmiş sayılırsınız. Ama sorun şurada, egonuzu 2 saat boyunca yönetmene teslim etmeden de bir filmi izleyebilirsiniz. Trier kamera omuzda çektiği planlar (aksiyon kamera) ve ani kurgusal sıçramalarla (jump cut) sizin filmi heyecanlı bir şekilde ve kendinizden bihaber izlemenize izin vermez. İyi de yapar… (Trier’in Kamerayla Özdeşleşme Bozma Tekniği En Basit ve En Etkisiz Yöntemlerden Birisidir.) Üçüncü nokta da Dogville’de de dikkatimizi çeken mütevazilik perdesine saklanmış bencil kadın karakterimiz. Björk (Selma) bencilce bir tavır ile kör olma ihtimali olan bir çocuğu dünyaya getiriyor ve yine bencilce bir tavırla 13 sene boyunca kendini işine adıyor. Para biriktiyor çünkü çocuğunun kör olmasını engellemek niyetinde. Ama o kadar yapışmış ki bu idealine (saplantı) bunun için adam öldürebilir, ölmeyi göze alabilir hale gelmiş. Bu hareketi bir fedakarlık örneği olarak da görebilirsiniz, ama bu tavır bir fedakarlık örneği olmuş olsaydı, Selma’nın asılması sırasında çocuğunun ismini sayıklamasını duyamazdık. Eğer bu idam, çocuğun hayatı düzgün yaşaması için yapılmış olsaydı, Selma’nın yüzünde bir tebessümle ölümü kabul etmesi gerekirdi. – Zaten ölümü kabullendiğini söylemişti daha önceki sahnelerde- Selma ancak en iyi arkadaşı (Katty) “sen doğru olanı yapıyorsun” deyince rahatlamıştır. Bu detayı nasıl algımanız gerektiğini siz bilirsiniz, ama; eğer Trier’in Dogville’in tüm film öyküsünün mütevazi tavırların arkasına saklanmış bencil kadın karakterini (Nicole Kidman) işlediğini hatırlarsanız, yönetmenin bilinçaltına ulaşmanızın ve buradan bir sonuç çıkartmanızın daha da kolaylaşacağını düşünüyorum. Böylelikle Hollywood kalıplarının dışına çıkmanın da bir seçenek olabileceğini, öykünün minimal yapısının da bir şekilde bizlere samimi (ilgi çekici) gelebileceğini görmüş oluyoruz…

Steven Spielberg- War Horse (Savaş Atı)

Ah canım Spielberg’im… Schindler’s List ve Saving Private Ryan’dan sonra ne yapacağımızı da bilemez olduk değil mi! A.I.’yı sinemada izlediğimde kafamda sinemacı olmak gibi bir trip yoktu ama o zamanlar seni seviyordum. Sinema öğrencileri sen gibi olmak hayali ile sektöre atılıp zaman ilerledikçe Tarkovski, Bergman, Stanley Kubrick, Nolan gibi olma hayaline doğru kaymaya başlıyorlar. Nedendir acaba! Mel Gibson’un savaş üçlemesi ve Gladiator olmasaydı, Hidalgo ekrana yansımasaydı “War Horse” filminden biraz etkilenebilirdik ama; ne yazık ki nehir aynı nehir değil artık. Biraz yaşlandın biliyorum, aslında eski kafa klasik yobazlardan da değilsin bak; senin genç kuşağın Hollywood Estetiğini kendi içinde, yapımcı kaybetmeden yıkmaya çalışıyorlar, bir göz atsan diyorum. Gerçekten siyasi bir amacın yoksa, ya herkeslerden gizli dizi çekmeye devam et, ya da bu işi bırak. İmdb listende önemli filmlerinin isimlerini kalabalıktan, yaptığın bir milyon işten dolayı göremiyorum. Sonuçta; gerek yoktu böyle bir filme. Savaş atı; robot (a.i) olsaydı ve 2120 senesinde geçen bir savaş ortamı kursaydın ne derdim bilmiyorum, ama hayvanlar üzerinden para kazanmak 10 Emir kurallarının dışındadır, söyleyeyim…

Alejandro Gonzalez Inarritu- BIUTIFUL

“Hadi bakalım! Bize kendinden bahset biraz” dedi terapist. Anlatmaya başladınız, konuştukça konuştunuz… Ailenizden, küçük yaşlardaki deneyimlerizden, şimdiye kadar eriyen hayat sürecinizdeki başat olaylardan konu açtınız. Sonra entelektüel düşüncelerinizi, terapisti etkilemeye çalıştığınız gündem konularını gevelemeye başladınız. Terapistiniz size soru sormuyor ve sizi yönlendirmiyor olduğu için daldan dala atlamakla meşgul olduğunuz bir evreye kadar sağ salim geldiniz. Tüm sürtünmeler ihmal edildiği için fiziksel ölümünüz gerçekleşene kadar konuşabilme potansiyeliniz bulunuyordu ve siz kurallara uymak adına konuşmaya devam etmek zorundaydınız. Alakasız görülebilecek konuşmalarınızı bir nesne olarak (kulak duyuyor) dışarı çıkartmaya devam ettiğinizden dolayı fikirlerinizle (kendinizle) yüzleşmeye başlamıştınız. Daha önceleri net olduğunu düşündüğünüz temel fikirleriniz; bir sonraki söylediklerinizle çelişmeye başlamıştı. En sonunda içinde bulunduğunuz odadan, terapistinizden yani pratik olarak etrafınızda gördüklerinizden geriye konuşacak bir şey de kalmadı. Böylelikle kendinizi, kendi sandığınız kendinizi; sessiz, suçsuz, dinleyiciye tamamıyla anlattınız. Yani film yaptınız ve seyirciniz, etkin bir dinleyici olarak filminizi izledi… İşte Inarritu da her yönetmen gibi başladı konuşmaya. Sonsuzluk sıfatıyla tanımlanabilecek bir konuşma süresi olmadığı için (2 Saat 28 Dakika) bütün konuşmalarını – bir bütün olarak kendini- kısıtlı film süresinin içine sığdırmaya çalıştı. Ama sonra bir an durdu, “ben salt kendimi (ego- beni oluşturan öğeleri) anlatarak sinema yapmış sayılmam, en iyisi bir olay örgüsü devşirmesi de ekleyeyim anlatımıma” dedi. Kendi anlatısına; kendinde olmayan (Javier Bardem) mistik birkaç özellik de yükledi. (Ruhsal İletişim) Sonra kadınıyla olan kötü ilişkilerini aynen anlatmanın seyirciyi yorabileceğini düşünerek; hıristiyan geleneğinin sevgiyle dolu bakış açısını da anlatısına yükledi. Son olarak da yaptıklarının anlaşılamayacağını, kafa karıştırdığını düşünerek anlaşılamayacak noktaları birçok kez anlaşılması için tekrar etti. Terapi seansımızı da böylelikle bitirdi. Sadece kendini, kendini oluşturan toplumunu anlatsaydın ve usta yönetmenlerden yürüttüğün film kurma biçimini filmine empoze etmeye çalışmasaydın daha iyimser olabilirdim ama; belirtmem gerekir ki Inarritu; aslen sanat eylemi; bu terapinin sonunda gerçekleşen “katharsis- boşalma- kusma” evresinden sonraki zihinsel boşluktan ortaya çıkmaktadır…