Uykulu Günler
Çağan Irmak...
Enteresan bir yönetmen kişiliği. Senesinin içine iki film sığdıran çalışkan bir adam. Üretmeyi seven bir sinemacı.
Evet kabul etmeliyiz, örnek bir adam bu adam. Denk geldiğim röpartajlarında vücut geliştirme ile uğraştığını, okuduğunu ve güzel de konuştuğunu görmüştüm. Yani beyaz sakalları sarılaşmış, göbek tutmuş, bedenine küsmüş entelektüel kişiliklerden olmamak için çabalayan bir adam bu...
Yazılarımı yoğun teknik içerik ile gümletmek isterdim ama bugün biraz ağırlık var üstümde. Ben söylesem de birileri yazsa di mi, aslında ne kadar zor şey şu yazmak! Bazen kabul ettiği şeylerin tarihi yanlışlığına rağmen yazan- yazmaya devam eden insanları hayretle karşılarım.
Ben bir kütüphaneye ya da kitapçıya girdiğimde içerideki tüm yazıyı, kitapları kafama yerleştirme duygusuyla dolarım. Ama düşünsenize sizin uzun süreler boyunca deneyim ve araştırmalarınız ile gark ettiğiniz ana fikre karşıt olan hatta sizin ana fikrinizi hiç düşünmeden sizinle aynı konulardan yazan- bahseden insanlar da var. Onları da okumalı mıyım...
Hayır, diyalekt düşünmekten, bildiğin şeye yabancılaşmaktan, ya da karşıt fikirlere açık olmaktan bahsetmiyorum. Her şeyi muhafaza etmekten, her yolu deneyip, tüm gedikleri kapatmaktan, her söyleyene, her yapana benzer fiillerde bulunmaktan bahsediyorum. İnsanoğlu bunu yapabilir mi, sizce? İnsanoğlu tüm insanlığın ortaya koyduğu tecrübeyi, tekrardan tecrübe edebilir mi? Aslında tüm ilmi, yani atalarımızdan bize gelen tüm deneyimli kültürü tekrardan deneyip karşısına geçebilir miyiz diye soruyorum! Karşısına geçmeksek, ezberci oluyoruz. Hayır bu gereksiz zaten dersek, içimizde hep bir ukde kalıyor. Keşke deneseydim, dinleseydim diyoruz. UFFFFFF.
İşte atalarımız ve genlerimiz bize hiçbir zaman rehavete kapılmamız için bir çok tecrübe aktarmış. Ya onlar gibi düşüneceğiz, ya baştan red ederek, ya da kabul edip, sonra eleştirerek ilerlemek zorundayız. Hangisi peki?
Sanat
Sinema da böyle bir şey, Niepce ve Lumiere'lerden hatta Edison ve Tesla'dan beri bize miras bırakıyor. Yaklaşık 130 senelik bir adım bu sinema. Tabii bu salt şekilde kabul edersek. Yani pratik tarih hesapları yaparsak. Yoksa hiçbir sanat tek başına ortaya çıkamaz. Geçmişi de üzerinde taşır.
Ne yani tüm tarihi arka planından koparıp sinemayı 130 seneye sığdırabilir miyiz?
Hayır...
Ama sığdırdık diyelim. Eisenstein, Griffith, Fritz Lang, Godard, Tarkovski, Bergman, Bresson, Ozu, Kurusowa gibi de başlıklara ayırdık.
Ya her birisinin anlattığını anlayıp, karşılarına bir fikirle çıkmalıyız ya da birini direk kabul etmeliyiz. Hangisi?
İşte çoğunlukla Griffith. En çabuk seçilen, en anlaşılır, en az düşünmeye zorlayan, en az geçmişi anlatan, en fazla M.Ö 500'e kadar gidebilen, şimdiki Batı'yı anımsatan, popülerliği anımsatan, güç ile kabuklaşmış sistemi anımsatan çoğunluk.
Yani Epikür, Demokrat, Sokrat, Platon ve Aristo. Bu adamlar bilgiyi sıfırdan mı buldular. Yani tarih boyunca tek düşünen adamlar bunlar mıydı? Yok mu geçmişleri? Onlara aktaran ataları?
Var değil mi? Griffith, en basit hesapla maksimum bu kadar geriye gidebilmiş. Bu durumda Griffith'i seçen bir adamda tarihte bu kadar geriye gidebilir.
Şunu söylüyorum; ortak hafızayı kabul etmek- seçmek, ilk insandan beri aktarılan verileri direk kabul etmek ile bunları red etmeyerek eleştirmek çok önemli bir düşünme sınırıdır. Peki Klasik Grifith Ana Akım Sineması bunu yapmış mıdır?
Var deyip geçmeyin, yapmıştır deyip geçmeyin, İbrahim'in Sara (Prensesi) Babillerden beri uyuyor. Bir bakın, bir daha bakın ve karşılarına çıkın.
Ey atam, seni benden üstün kılan özelliğin nedir?
Hiç sordun mu sinemacı...
Prensesin Uykusu
İşte Çağan Irmak; Prensesin Uykusu filmi boyunca kendine gelen eleştirileri cevaplamış, hem kendi gibi olan bir başrol ile, hem kendini gibi düşünen bir yönetmen ile, hem kendi gibi düşünen bir film ile.
Yaşam diyor yönetmen. Ben yaşamaktan bahsediyorum. Ben ölümü değil, yaşamı hatırlatıyorum seyircilerime. Klişelerden beslenip, ağlatıyorum, güldürüyorum. Bana sanatçı demiyorlar diyor? Varsın demesinler ben işimi yapıyorum...
Ben bir filmden çıkıp hayatı değişeni görmedim. Bir kitap okuyup, hayatının değiştiğini söyleyenleri duydum. Ama bu film yüzünden hayatım değişti diyeni duymadım.
Neden sizce?
Cidden soruyorum?
Bir filmden çıkıp yaşamım etkilendi, şimdi daha iyi bir insan olacağım diyen olmuş mudur? Küçük nüanslardan vazgeçin, geniş bakın olaya. Hangi kurmaca film hangi hayatı tetiklemiştir.
Kim filmden sonra yaşamdan dem alır. Zaten el ele gelip, güle ağlaya terkederiz salonu. Kimimiz sevişir, kimimiz sıkılır, kimimiz güler, kimimiz ağlar.
Ama her şey salondan çıkıncaya kadardır...
2 saatlik film boyunca ne yapabiliriz. Tek bir film ile nasıl bir güç gösterisi yapabiliriz. Tek bir 2 saat bize yönetmen olarak nasıl bir örnekleme şansı tanır.
Mesela; fotoğrafik hafızaya sahip değilseniz, 100 sayfalık bir eserden kapasitenize göre ana fikri çıkartmanız yeterlidir. Öz, tohum, tümdengelimsel fikir yeterlidir. Özet yeterlidir sizin için.
Sinema ve diğer sanatlar için de böyle midir?
2 saat içinde küçük bir hatırlatma yapmanız yeterli midir?
Peki. Aslında hep varolan, hep bir yerlerde duran, hiç unutmadığımız bir şeyi hatırlatmak mıdır bu?
Yaşam mıdır yani hatırlattığınız?
Hayır...
Siz hiç yaşadığını unutan bir adam gördünüz mü?
:) Ölümü unutan gördünüz mü peki? Ah, ah...
İşte Çağan Irmak; sanat, sinema bu yüzden ölümü hatırlatır. Ölümden bahsetmez, bedenin bitmesinden, maddenin gümlemesinden, biyoelektiriğin kesilmesinden, hızın artmasından korkan insanlara hatırlatır. Unutan hafızaları cilalar.
Bunları sana hatırlatır. Sana senin çıplak halini, bir hiç olduğunu, yoktan varolan olduğunu hatırlatır. Sana seni yaratanı, yaratıldığını hatırlatır. Ölecek bir bedenle 20 metre yukarı çıkıldığında bir nokta kadar gözükmediğini hatırlatır.
Peki soruyorum: Ölümü bilmeyen var mıdır?
Ama Çağan Irmak; yaşamayı bilmeyen vardır.
Wouvvv.
Kendimi kaptırmış dünyayı sırtıma almış koşuyorum. Kaslarım gelişmiş, beynim jimnastik yapmış, tüm her şeyimin sahibiyim. Her şey benden sorulur, doğaya hükmederim, hayvanları yönetir, insanlara emir veririm.
Yok mu bana dur diyecek? Yok mu bana bir bardak su verip dinlendirecek? Yok mu bir gram ölüm korkusu? Yok mu sanat?
Yok muyum ben!
08 Şubat 2011