27 Aralık 2011 Salı

Yeni Kısa Metrajlı Filmim- Tanrı (God)



Mert (29) ailesinin maddi durumu yeterli olduğu için iyi eğitim görmüş, çocukluk ve gençlik yıllarını birçok yaşıtına göre rahat geçirmiştir. 2007 senesinde Mersin'den İstanbul'a, okulunu okuduğu kontrol mühendisliği mesleğini yapabilmek için taşınmıştır. Şu sıralar üniversiteden arkadaşı Enis ile aynı evde kalmaktadır.

Mert son bir senedir, tarif edemediği bir boşlukla yüzleşmektedir. Kız arkadaşı, ailesi, arkadaşları bu konuda kendisine yardımcı olamamıştır. Boş vakitlerinde, bir bankta oturup, kendini sorgulamakta; daha iyi olması gerektiği moralini kendi yöntemleri ile düzeltmeye çabalamaktadır. Aslına bakarsanız; elinden tutup, problemlerini düzeltecek bir güç arayışındadır Mert.



Acaba Mert, aradığı bu tanımlanamaz gücü bulabilecek midir?  


Filmin Trailer'ı: http://www.youtube.com/watch?v=Z6FB1TpOiPc&feature=youtu.be

14 Aralık 2011 Çarşamba

Ingmar Bergman- Tystnaden ( The Silence)


Sessizliğim

Winter Light filminin üzerimde çok büyük bir etkisi vardır. Yoğun teorik çalışmalarım ve iş arama (reklam yazarlığı) çabalarımın denk düştüğü zamanlarda yorumlamak ve üzerine düşünmek için sıra WinterLight filmine gelmişti. Bergman'ın Triloji (üçleme) yapısını bilmeme rağmen, biraz araştırma yaparak, üzerine çalıştığım konulara daha yakın olduğunu düşündüğüm ikinci filmden izlemeye başladım seriyi. Filmin üzerine de bir yazı yazmıştım.

En önemlisi; Adam filmimi Winter Light'ı izledikten sonra çekmeye karar vermiş olmam.  Filmin minimal olay örgüsü ve film fikri kabul ettiği "Tanrı Arayışı" teması gözüme çok hoş gelmişti. Önceleri fikrini oluşturduğum Adam filmimi bu filmden yakaladığım güzel duygularla ve depoladığım fazlaca gazla senaryo haline getirip, uygulamaya koymuştum.


Winter Light'ın önemi o yüzden ben de büyüktür.

Üçleme içerisindeki sıraya göre son film olan The Silence ikinci olarak yazmak istediğim film.

Sessizliği biraz bozmaya başlayalım diyorum!

İki Kardeş

Filmin iki kadın karakteri arasında en başlarda pek fazla dışarı (seyirci) vurulmayan bir husumet söz konusu. İki kız kardeş arasında geçmiş zamanlarda yaşanılan kişisel problemler büyük kardeşin hastalığının ciddiyeti içerisinde bile devam ediyor.

Büyük abla, çalışkan, kuralcı, titiz ve mükemmeliyetçi. Çok okuyor, çok yazıyor, eksik, hasta ve güçsüz görünmekten çok korkuyor.

Küçük kardeş; güzel bir yüze ve fiziğe sahip. Arzulanabilecek bir kadın. Dış görünüşüne çok önem veriyor, çünkü zihinsel durumlarda, ablası ile kapışabilecek bir dil- kültür disiplinine sahip değil.

Yani küçük kardeş; ablasının egomanyası altında kaybettiği bireyselliğini bedenine önem vererek, onu çekinmeden halka sergileyerek önemli bir insan pozisyonu kazanmaya çalışıyor.

Çatışmanın temeli; küçük kardeşini her zaman hatalı, eksik ve zavallı laflarıyla büyüten büyük abla yüzünden kopan aile bağlarında.

Yan çelişki/ çatışmalarda ise; kendi insani güzelliğini dış baskı (abla) ortamı yüzünden ortaya koyamamış, erken denecek yaşta evlenmiş küçük kardeşin; ahlaki sınırları zorlamak pahasına kendini gerçekleştirme çabası bulunuyor.

Büyük abla, mükemmel derecede geliştirdiği zihni sebebiyle insanları küçümseyen bir konumda. Ama küçük kardeş, ablasına oranla daha güzel bir dış görünüşe sahip.

Küçük kardeş; ablasının kendisine yetişemeceyeciğini düşündüğü erkekler konusunda daha öne çıkmış. Büyük abla evlenmesi gerekirken, küçük kız evlenmiş.

Büyük ablanın yaşı kemale ermiş, cinsel anlamda tatminsizliği var.

Bunları bir eziklik durumu gibi kavrayan küçük kardeş de ablasına ego noktasında yetişebilmek için bu verileri kullanıyor.

Abla ise kardeşinin kendini kanıtlama çabasını kızın bilinçaltında gördüğü için, halen onu zavallı bir konuma etiketlemekte ısrarcı.

Ve yolculukları sırasında bu iki kardeş ve küçük çocuk kötü ilişkilerini bizlere sunabilecek bir otelde konaklıyorlar...

ABLA FİRARDA

Büyük çevirmen ablamız; babasının (erkekleşme) hastalığını kabullenmiyor. Eksik ve güçsüz olmayı kendine yediremiyor. Kardeşinden gelen, kendi astsubayından gelen yardımları dahi geri çeviriyor.

Kendini hep bir erkişi olarak yetiştirmeye çalışmış. Her işini kendi halletmiş. Güçlü bir zihne ve bedene sahip. Ee doğal olarak da kadın doğasının normali olan cinselliği tatmaktan biraz uzak kalmış.

Tarkovski'nin her filminde ve röportajlarında bahsettiği, modern kadının tuzaklarına yakalanmış. Kadının fedakarlığı, kadının hakikati normlarını kardeşine bakmak uğruna (bahane) geri planlara atmış.

Kadın ve hakikati...

Bu tema önemli yönetmenlerin filmlerinde başat bir noktada bulunur.

...

Modernleşmenin yerleştirdiği yeni kadın tiplemesi, kendine binlerce yıldır yapılan haksızlığa dur diyebilmek için erkek birey gibi davranmaya başlamıştı. Belki doğru bir amaca hizmet ediyordu bu hareket ama kadın kendisine dayatılanın tam tersini yapmak için çıktığı yolda aşırı uçlara ulaşmak yüzünden kan kaybediyordu.

Hem kariyer hem çocuk yapmak fikri nerden çıktı sanıyorsunuz.

Hem kariyer, hem çocuk yapılmasında bir problem yok ama madem bir problem yaşanmıyor, neden o zaman her yerde bas bas bu beylik cümle kullanılıyor...

Hiçbir erkeğin, hem çocuk yaparım hem de kariyer dediğini duydunuz mu!

Zaten yaptığın bir şeyi, zaten olduğun bir şeyi neden dillendiresin.

İşte kadının kaybı ve önemli yönetmenlerin bahsettiği nokta burada...


Kadın yükselmek uğruna, kendi hakikatinin üstüne basmak zorunda kaldı. Halbuki kadın; hem kariyer, hem de çocuk yapabilirdi.

Bu uzun bir süreç tabii, tahmin ediyorum herhangi büyük bir doğa felaketi, savaş olmazsa kadın; toplumdaki eşitliğini sağlayacak ve artık kariyer, çocuk triplerinden uzakta, insanca yaşamayı öğrenecek...

Bu noktaya gelmenin suçu erkeklerindir kabulüm. Ama kadının ego üzerine kurulacak bir yükselmeyi kabul edecek kadar hırslanması sadece kadının eseridir.

İLİŞKİLER

Filmi diğer ikiliden ilişkisiz olarak düşündüğümüzde kadının toplumdaki yerinin sorgulanması ile ilgili olduğunu söyleyebiliriz.

Erkekleşen, lüzumsuzca erkeğin en büyük belası egoya tutunan kadın figürünü ve bunu kabul etmeyen eski kafalı, doğanın kendisine atadığı bedeninin cazibesini kullanan geleneksel kadın figürünü görüyorum...

İkisi de kadının hakikati değil. Bu işleniyor.

Birisi yalnız başına ölecek kadar gururlu, diğeri de kendi bedenine yapışacak kadar bencil, iki kadın inceleniyor.

Bir de çocuk var arada.

Hiç anlamadığı dilden konuşan insanlarla ilişki kurabiliyor.

Hem teyzesini, hem annesini hiçbir problem olmadan kucaklıyabiliyor.

Çocuk gibi saf, temiz bakıyor insanlığa.

Oyun oynuyor, çünkü enerjisi var.

Etrafta koşturuyor, çünkü meraklı.

Ee be kadınlar, erkekler diyor Bergman:

Sizin bu çocuktan ne farkınız var!

Nedir bu kompleksler.

Nedir bu sevgisizlik.

Aynı dili konuşup anlaşamamak neden!

SİNEMA

Bergman'ın fotografiyi çok düşündüğü söylenemez. Anlatımını daha çok düşünsel temelde konumlandırıyor. 

Çok ciddi bakarsanız, kendi bireysel özgürlüğünü deneyimleyemeyen bir yönetmenin filmlerinde ışık göremezsiniz.

Kieslovski, Tarkovski, Parajanov gibi sinemacıların görsel aydınlanma fikirlerini, o küçük insani boşlukları yakalayamazsınız.

Analiz, derinlemesine kavrayış, güçlü bir sezgilem görebilirsiniz ama hep bir tıkanıklık bulunur filmlerinde...

Modern insanın aynası durumundadır bu yönetmenler...

Lakin insanlık tarihine DOĞU kavrayışının getirdiği gözden bakacak olursanız; klasik, modern, postmodern insanın handikaplarından ötede, bu akımların oluşturduğu insan tipine bir nefes alma alanı imkanı sunulmuştur.

Yani insanın analizi; ortaya koyduğu küçük düşürücü davranışlardan çıkılarak değil, insanın kendisinin daha üstün olduğu anlayışından çıkılarak değerlendirilir.

Kendi hakikatini unutmuş bir insan; zaten ne yaparsa yapsın, hep bir eksiklik duyacaktır bakışından değerlendirilir.

Bu bakış açısı; sanatın bir kişisel terapi olmaktan çok bir yaratım (aşmak- aşkınlamak) eylemi olduğunu sunmaktadır.

Bergman'ın tüm filmlerinde bu terapistlik fiili görünebilir. Sanki filme dokunacak bir aşkın güç; filmin tüm havasını değiştirecekmiş gibi görünür.

Ben bir seyirci olarak; kendi farkında olduğum problemlerimi yeniden karşımda görmekten çok, problem dediğim şeylerin asıl nedenlerini görmeyi tercih ederim.

Siz ne dersiniz!

14.12. 2011

12 Aralık 2011 Pazartesi

Krzysztof Kieslowski- Dekalog- 10- Komşuna Tamah Etme!


BABA ve Oğulları


Böylesi bir ruhsal tatminiyet ile biteceğini tahmin etmiştim serinin. Diğer filmlere oranla bu filmin metaforik anlatım teması (sujet) daha esnek. Karakterler daha vurdumduymaz, daha hareketli ve daha sempatik...

Diğer seri filmleri; daha ağır (yüksek bilinç) temalardan bahsediyordu demek istemem ama dekalog filmlerini tek bir filmmiş gibi kabul edip (500 dk) yorumlayacak olursak; dramatik giriş (1) bölümünün acı üzerine yoğunlaşmış yapısını, gelişmede bu acıların bastırılmış, bilinçaltı düzlemde saklanmış yapısını, sonuç bölümünde ise her neyse, ne olursa (böbrek bile gitse) olsun hayat yaşamaya devam eder, bilinçli eylemini rahatça görebiliyoruz.



Yani tek bir istem yönünden (karakter) değerlendirirsek filmleri; sonuç noktasına doğru bir saflaşma, tenzih olma halini yakalayabiliyoruz.

...

İki kardeş; babalarının vefatı üzerine 2 yıl aradan sonra tekrardan buluşuyorlar. Babalarının takıntılı kilitlerinden kurtulup evine ulaşıyorlar. Ama çok büyük bir sürpriz bekliyor onları: 250 Milyon Polonya parası değerinde bir pul koleksiyonu miras kalmış kendilerine.

Gözleri açılıp, bu acayip olayı maddi düzlemde değerlendirdikten bir müddet sonra babalarına- kendi yaşamsal aracılarına- özdeş kurmaya başlıyorlar.

Koleksiyona harcanmış bir adamın ömrünü görüyorlar. Babalarının koleksiyonunu maddi-manevi anlamda korumak için daha gelişmiş! önlemler alıyorlar.

Büyük olan karısı ve oğlunu geride bırakıyor. Küçük olan da o hippi hayatını.

İkisi birden, yeniden doğru düzgün yaşayamadıkları çocukluklarına dönüyorlar.

Zyvagintsev'in The Return filmini hatırladınız mı! Babalarının ölümüne üzülmeyip!, babalarının cesedini koydukları kayığın batmasına üzülen o iki çocuğu.

O denli altlara saklanmış bir baba hasreti vardı o filmde.

İşte bu iki koca adamda; babalarının vefatı ile kaybettikleri, belki de hiç yaşayamadıkları çocukluklarını, aile bağlarını, pul koleksiyonu bahanesiyle yeniden buluyorlar.

Büyük kardeş; maddiyata bağlı gibi gözüken bir amaçla eksik bir pul için bir böbreğini hiç düşünmeden verebiliyor.

Küçük kardeş; belki yıllarını verdiği popüler hayatına, kardeşine göz kulak olmak için rest çekebiliyor.

250 Milyon mu bunları yaptıran sizce!

Bu iki kardeşi, o küçük baba evinde buluşturan şey sadece para mı!

Neredeyse hiç tartışmadan, kavga etmeden beraber düşünebiliyorlar. Birbirlerinin hatalarını görmezden gelebiliyorlar. Kardeşlik bağlarının kopmuş olduğunu düşündüğümüz iki senelik süreçten sonra bile, pulları çalan adam olarak polise şikayet ettikleri kardeşleri için pişmanlık duyabiliyorlar...

Bu büyük para mı bu kardeşleri yeniden çocukluklarına döndüren. Hayatlarına yeni bir gaye tanımlayan.

Tüm geçmişlerini, sıkıntılarını bir kenara bırakmaya yönlendiren bu para mı!

Bir çocuk gibi olmadan, bir çocuk gibi küçük bir böceği hiçbir şey bilmiyormuş gibi heyecanla takip etmeden, benim krallığıma giremeyeceksiniz sözünü duymadınız mı Meryem oğlu İsa'dan...

Peki...

Bir koca sanatçı; salt maddi düzlemde yorumlanabilecek bir film yapabilir mi!

Baba oğullarına iki miras bıraktı:

Birincisi yeniden toparlanabilecek bir pul koleksiyonu...

İkincisi duyarlılık, sevgi üzerine kurulan bir çocuksu kardeşlik.

Siz birisinden vazgeçmek zorunda kalsanız, hangisini tercih ederdiniz?

TAMAH ETMEK

Tama'a: Kendinde olandan daha fazla elde edebilmek için açgözlüce davranmak olarak yorumlanabilir.

2 elma sende, 2 elma da karşındakinde. Gözün doysun, iki elmanı yemeden elma sayını 3,4 yapmak istiyor ve bunun için haddinden fazla emek harcıyorsun.

250 Milyon ederlik koleksiyonun var.

Birinci miras; maddiyatla ilgili, yani babanın yıllardır emek harcadığı, kendi yıllarını adadığı 2 elmayı, iki üç gün içerisinde 3 elma yapmaya adapte olmuşsun.

E kardeşim, 2 elma neyine yetmiyor be.

Sen kendini çok akıllı mı sanıyorsun. Yıllarca bir pulu bulmak için fırsat kollayan yaşlı kurtlardan daha mı akıllısın.

Burnunu kanattığın genç hırsızın öcünü almayacağını mı düşünüyorsun.

Yaa işte, böylece birinci mirasın elinden alınıverir.

Böbreğinden, 250 Milyonundan, az kalsın kardeşinden de oluyordun di mi!

O zaman ne yapacaksın, sabırla, dikkatle, yaptığın işe değer vererek koleksiyonunun sıfırdan oluşmasını sağlayacaksın.

İkinci mirasının değerini bilecek, birinci miras olan para için çalışıp, emek harcayacaksın.


Kieslovski filmlerinde piyangodan para bulan bir adam gördün mü hiç! Sence piyango talihlisi olan bir karakter Kieslovski filminde zenginliğini koruyabilir mi.

Sakin ol, kardeşlik sana yeter.

Para da gelirse ardından, ne mutlu sana...

Sarışın Adam

9'da yazmıştım, sarışın bir kader anı değişkeni adamı.

Bu sefer yok bu adam.

Onun yerine About Love'nin postane çalışanı, genç platoniği var bu filmde. (Dekalog 6)

Sıfırdan kurulacak bir hayat ve anlayışı için yardımcı oluyor bu gençlere, güler yüzüyle. Amaçsız sevgiyi hatırlatıyor, kendi filmindeki gibi.

Ölü balıklar vefat haberini gönderiyorlar bizlere.

İki adam, iki köpek ve burnu kanıyan genç; kimin daha akıllı olduğunu gösteriyorlar.

Aynı 3 puldan alan, iki eski kardeş ve köpekleri; bu işlere en baştan başlamak gerektiğini vurguluyorlar.

Böbrekten çıkan kanlı bezler, hem ruhların, hem de bedenlerin pisliğininin hırsız tarafından dışarı çıkarttıldıklarını...

Tek böbrekle de yaşıyor İnsan.

Hem de insanca...

SON

Seriyi dilimiz döndüğünce literatüre aktarmış olduk. (Çeviri)

Bir görüntü biriminin başka bir denklikle açıklanması, günümüz bilim ve sanatının haddi değil. Bir görüntü, yalnızca bir görüntüdür.

Görüntüye yapılan yorumlar, görsel bir eseri edebi- retorik düzleme yönlendirmek demektir.

Her çevirmen yaptığı çeviriden sorumludur.

Çevirmeni okuyan da kendi anladığından sorumludur.

Edebiyat ya da diğer sanatlar; salt bir görüntünün imgesel dünyasını bize taşıyabilselerdi eğer insanlığın fotografi ve aşkınlığı sinematografiye ihtiyacı olmayacaktı zaten.

Bu yüzden siz de Dekolag serisinin çevirisine girişmek niyetindeyseniz (izle- yorum yap), tavsiyem o dur ki; teknik ve estetik bilgilerinizi birazcık kenara bırakın.

Filmin kalbinize ulaşmasına ortam hazırlayın. (Meditare)

Filmin sanatçısının duygudaşı olabilirseniz eğer, zihninizin yapacağı teknik ve estetik hatalara ben kefilim.

Saygılar sevgili dostum Kieslovski.

Görüşmek üzere...

13.12.2011

11 Aralık 2011 Pazar

Krzysztof Kieslowski- Dekalog- 9- Aldatma!


Komşu ve Karısı


Bir gerçeği fark ediyoruz:

Roman zaten karısını daha önceki tartışmaları sırasında "cinsel tatminini" doyurması için başka birisine yönlendirmiş. Kadın; evliliği sırasında gönlü ile kocası Roman'ı, cinsel olarak da (biyolojik) sevgilisini korumak zorunda...

Problem burada değil; problem kadının kocasına biyolojik isteklerini tatmin edecek bir genç oğlanı bulduğunu söylememiş olmasında.

Birincisi; yeni bulunan genç yakışıklı sevgili, kadın ile yaptığı anlaşmayı bozuyor ve kadına aşık olmaya başlıyor. Onunla evlenmek istiyor.

İkincisi; Roman karısından boşanmamak için taviz verdiği cinsellik noktasında şüpheler yaşamaya başlıyor.

Roman kendi dışındaki iki kişi arasında gerçekleşen cinselliği mi kıskanıyor yoksa karısının cinsellik sürecinin aşka dönüşmesi yüzünden olabilecek terk etme ihtimalini mi göze alamıyor; bunu düşünmeliyiz.

Durumlarız ikinci olasılıktan yana...

Roman'ın karşısına genç ve güzel bir kız çıkıyor hastanede. Cıbıl cıbıl gezen güzel bir kız bu. Roman kızı süzüyor aslında, aklına gelmiyor değil bazı şeyler. Ama Kieslovski merak unsurunu yeniden flu tutmak için Roman'ın süzmesini değil de kameranın süzmesini gösteriyor bizlere.

Sonuçta Roman karısını kendisini aldatırken yakalamış olmasa bile; kadın çocuğun kendisine aşık olmasından dolayı ilişkisini bitirecek...

Roman görmeyecek olsa bile yani...

Bu durumda; kadının kendisini gözetleyen kocasına haklıymış gibi bağırmasını belirli bir mantık çerçevesine oturtabiliyoruz.

Şimdi:

Bu orta metraj film; aldatmak fiil ve eyleminin üzerine dönüşmek zorunda kalıyor. Kadın ve kocası bilinçli bir kararla; hayatlarının geri kalanında cinsel bir ilişkiye giremeyeceklerinden dolayı bir antlaşma yapıyorlar.

Ve kadın bu antlaşmayı bozarak kocasını aldatıyor. Yeni cinsel ilişkisini kocasına söylemiyor.

Zaten söylese adamın bunu kabul edemeyeceğini de görmüş oluyoruz.

Aldatmak eylemi; kocasının karısını başka bir erkekle yakalamasında değil, dürüst olarak, aslında anlaştıkları bir şeyi kocasına söylememesinde aranmak zorunda kalıyor.

Böylece, komşusunun karısına bakmasına izin veren bir adam (bilinçli değil) karısının dürüst olmaması nedeniyle aldatılmış oluyor.

Ne garip bir aldatmadır bu...

Gizli Servis

Biraz bekledim bu sarışın, ince, orta boylu adamı söylemek için. 7'de sınıfta öğrenciler arasında bir var bir yok, 1'de çocuğun düşeceği buz kütlesinin yanında ateş başında bulunan adam, 2'de adamın iyileşeceği odada bekleyen hasta bakıcı, 4'de kızın mektubu açmasını engelleyen kayıkçı...

Fark ettiniz mi!

2'de anlatılan hikayenin temelinin, 8'de profesörün ders sırasında anlattığı kanser öyküsü olduğunu.

2'deki apartmanın 8'deki apartman olduğunu.

Kötü kadınların! renkli gözlü (mavi) ve sarışın olduklarını...

9'daki gibi kapanmayan torpido gözünü, 2'deki serum şişesinde gezinen böceği.


10 filmin içerisindeki dinamik yapıyı gördünüz mü!

Sarışın, ince, gizli adamın Kieslovski'nin kendisi olduğunu.

Olaylara müdahale eden tanrısal kuvvetin her filmde imgelendiğini...

Ne zaman sarışın adam ortaya çıksa, bu sayede filmin dönüşüm noktalarının, filmin ikileme düşen noktalarının korunduğunu...

Bunlarda gizli paketler, herkes Recep İvedik gibi isim vererek dalga geçecek değil ya!

Kimileri de düşünülmüş Anadolu giydirmelerine yer verirler filmlerinde.

Daha iç açıcı değiller mi?

SON İKİ

52 ile oynanan King oyununda son iki diye bir ceza vardır. Son iki eli alan 360 puan ceza yer. Son iki king oyunundaki 13 El Almaz ve 13 Kupa Almaz mucizelerini saymaksak en büyük cezadır.

Bu dekalogların (10 Emir) son iki emri de gerçekten büyük cezalar...

Üzerlerine metaforik yaklaşımlar sağlamak gerçekten zor, çünkü bireyin iç devinimlerini değil de toplum ilişkilerini belirleyen yasalar bunlar.

Toplumlar değişir değil mi! Muhkem kalmazlar.

Ahlak yapısı değişir, bu yüzden İsrailiyeyi yeniden yakalamak zorlaşır.

İşte bu yüzden Kieslovski komşu ve karı ilişkisini toplumun şimdiki muhkemlerine göre değerlendiriyor.

Şu an toplum, kadının cinsel özgürlüğüne daha farklı bakıyor.

1988-1989 Polonyası karı-koca- cinsellik ilişkisine daha farklı bakıyor.

EEEE...

Kızmayın yani; en cinsel olması gerektiğinde bile mahrem açıklığa yer vermeyen bu yönetmene bir bakın.

Sevişme dediğimiz sahnelere bir bakın.

Bir de televizyon dizilerinize.

Aşk'ınız Memnun mudur!

12.12.2011

10 Aralık 2011 Cumartesi

Krzysztof Kieslowski- Dekalog- 8- Yalan Yere Şahitlik Etme!



ŞEHADET

Şahit olan; tanık olandır. Sanskrit kökenli olduğu düşünülen dillerin kökleri "S-H-D" "H-F-Z" gibi üç sessizden ve bunların çekimlenmesinden oluşurlar. (Eklemeli- Genel)

Şüheda, şahit, şehit, şehadet, aynı kökün çekimlenerek konsol kazanması ile kavramlaşır. Siz bu kavramları toplumlar olarak kendinize göre yönlendirir ve bir dil- kültür- uygarlık yapısı kurarsınız.

İbranice, Aremce, İsmailice bize farklı manaları üzerinde bulunan " şahit" kavramını ulaştırırlar ve biz bunları kendi dilimizin esnek yapısı içerisine yerleştiririz.

Her neyse; şehid, müşahede, şehadet kavramları İbrahim Atadan (Tek Tanrı) bize din kapsülü içerisinde temeli bilinçli bir durumda kalmak, özdeşleşme ve yadsıma olmadan, olaylar ve olgulara tanıklık etmekle akalalı olarak ulaştılar.

Sonradan bu iş biraz; siyasi yöntemlerle yönlendirilse de biz şahitliği halen müşahede ettiğimiz şeyin kendisiyle olan ilişkimiz ile belirliyoruz.

Aslında toplumsal, sosyolojik açıdan bakmaksak eğer bilinç düzeyinde yalan yere şahitlik yapmaktan bahsedemeyiz...

Şahitlik yapılan şey o an olabilecek en gerçek noktadır. Özdeşleşme ya da yadsınma üzerinden kurulacak (ego) şahitlik ise kuruluşundan yalandır...

Yalnız bilinçli varlık; şahitlik ettiği durumu o an içerisinde bulunduğu toplumun ya da bulunulan durumun vahametine göre aktarabilir.

Yalan söylemenin dinen kabul edildiği noktalara bir göz atın. Savaş anları, karı kocayı birleştirme çabaları.

Yalan eylemi; daha önemli bir buluşmaya aracılık edecekse eğer makbuldür.

Bu ayrımı diyalektik süreçlerle süreklilik gösteren günlük hayatımızda da tanımlamak zorundayız.

Bir adamın; hayatı boyunca hiç yalan söylemediğini, hep doğrucu olduğunu duymuştum. Ve bunun muhteşem derece ulvi bir özellik olduğunu düşünüyordu.

Sizce de öyle mi!

Sizce de bu adam hazır bulduğu kodlarla yaşamıyor mu! Bu adamın ne yapacağını, bir gün boyunca nasıl bir robot gibi davranacağını göremiyor musunuz?

Hep yalan söyleyen, mumu yatsıya kadar yanan adamdan ne tür bir farkı var bu adamın!

Sizce de doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü oluşturan durumun "anlığı" içinde karar verilmesi gereken bir tercih meselesi değil mi!

Hiçbir olaya katılmazsanız, dolu dolu bir farkındalık da yaşarsanız, doğal olarak hiçbir yanlış söz, eylem içerisinde bulunmazsınız.

Peki sizce yalansız bir hayat yaşanabilir mi!

Bu yaşamak mıdır, yaşamdan kaçmak mıdır?

Bu bir ölüm değil midir!

Haydi şehit olmaya...

Profesör

Yaşlı profesör; 1943 yılı şubat ayının direnişçilerinden. Kocası bir başkan, reis. Yahudi halkını bir şekilde Nazi askerlerinden saklıyorlar. Gizli bir örgüt yapısı içerisinde savaş mağdurlarına yardım ediyorlar.

Bir gün örgütün yanlış bilgilendirdiği bir küçük kız geliyor yanlarına. Kızın gestopa temelli olduğunu düşünüyorlar ve kıza sığınak olarak kullandıkları yeri vermiyorlar.

Bahaneleri Katolik bir aile olmaları. Yahudi kızın musevilikten, iseviliye geçmesini istiyorlar ilk başta. Yalan yere şahitlik yapacaklarını düşündükleri bir bahaneyle kızı yanlarına almıyorlar. (Katolikler dinine bağlıdır)

Yani katolik bir yapıda olsalarda olmasalar da, (asıl neden) ideolojik zeminlerinin kayabilecek olmasından dolayı, örgütün deşifre edileceğini düşündüklerinden; bu küçük kızı evden kovuyorlar.


Ve kız büyüyüp gelip, kadının karşısına dikiliyor.

Kız boynunda bir isevilik simgesi taşıyor. Ağzında hep bir tanrı lafzı.

Yanlız; bahaneleri katoliklik olan kadın katolik gibi davranmıyor.

Kadın; kocasının 9 sene sonra ölmesinden dolayı ideolojik devrimci yapısından da biraz kurtulmuş.

Yaşlı kadın; gerçek nedeni anlatıyor kıza ve haksız olduğunu kabul ediyor.

Düştüğü ikilimde kızdan yana olması gerektiğini söylüyor.

Yalnız; kendiyle ve hataları ile yüzleşebilen kadın mutluluğu tatmışken, kızın kurtulmasına yardımcı olan başka bir yaşlı adam halen savaşın etkilerini taşıyor.

Yardım etmeyen kadın olgun, kız olgun yalnız yardım eden adam halen olgun değil!

Ve kadın hiçbir siyasi, toplumsal amacın bir küçük kızın hayatının yerini tutamayacağına karar vermiş.

Şahitlik değil midir bu!

Boşluk ve Kieslovski

Kadın castıyla, filmi izlediğim süreçte biraz problem yaşadım. Sportif, düzenli, dinamik ve yüzünde geçmişin hatırası olan bir kadın bulmak zor olmuş olmalı kanımca.

Yalnız kadının bahsettiği küçük bir ayrıntı var filmin ortalarında:

Neden Tanrı kelimesini hiç kullanmıyorsun diye soruluyor kendisine.

Kelimeyi kullanmadan, katolik, ortodoks ya da protestan olmadan da onu hissedebilirim diyor kadın.

Esas özgürlüğün burada olduğunu söylüyor.

Anlıyor musun!

Sence Tanrı, Allah, Yehova, Jesus isimlerini hiç kullanmadan tatmin olabilir mi insan!

Onun zatını hiç anlayamayacağını, hissedemeyeceğini, kavramayacağını bilerek tatmin olabilir mi!

Esas özgürlük, bedenin, zihnin ve gönlün boşluğunda mıdır!

Oraya ulaşan bir insan, o özgürlüğü tadan bir insan bu büyük anlamlı kelimeleri söylemeden de yaşabilir mi!

Bu noktaya dikkat edin!

Dekaloglar içerisinde bahsi geçen en derin nokta bu!

Konuşmaya gerek yok anlıyor musun. Hareket etmeye gerek yok.

Çünkü o var.

Peki...

Sence onun kendini kanıtlamasına gerek var mı!

11.12.2011