25 Ocak 2011 Salı

ADAM- Director: Mehmet Emin Yıldırım

You can download Adam -THE FULL MOVİE- links below:



http://www.4shared.com/file/ev4bkTSh/ADAM.html (With Subtitle)



Âdem is a twenty five year old boy who graduated from computer enginering department. While he is trying to adapt business life after he graduated, He get himself in a complicated mood, as we all experienced. He want properly, routine lifestyle like everyone have however
the truth is that he can't get away from his questions which comes from his nature.

In the past Âdem was a sociable adolesent and he clever just like everybody, but nowadays he is getting problems from his cleverness that like everybody have. He don't want to get in everyday life tempo before finding his question’s answers, he afraid to forget the questions and leave them without answers.

He want to live in social environment without problems with getting more simple, actually this is the only problem he have...


The movie, Adam tells Adem's consious dilemma that he have in his life. The character of Âdem; in movie universe, make a reflect a image from fathers, mothers, friends and adolesents who similar to him.

Is it right for a human to keep distance from society, live alone to express himself/herself?
While living in society, can a human express himself/herself exactly? Or is the important one, living which instant inner mood, all society and place notions are they not important to tidy up this personel situations?

While Âdem searching answer for his questions; with movie universe, we are going back to our origin when our questions occured. We are thinking deeply in metaphorical level that did we can ask these questions to ourselves or we just asked and hid them in the backgrounds.

Don't try to find an answer that you can make it general in the movie; because just asking the question is the important one.

Answer; allready the question’s itself...

ADAM- Yönetmen: Mehmet Emin Yıldırım

Adam filmimizi ücretsiz olarak indirmek için:

http://www.4shared.com/file/ev4bkTSh/ADAM.html (İngilizce Altyazılı)


Adam filmi; Âdem’in hayatın içindeki şuursal dilemmasını anlatıyor. Âdem karakteri; film evreninde kendi gibi olan gençlere, babalara, annelere ve arkadaşlara ayna oluyor. Acaba insan kendini ortaya koyabilmek için yalnız, toplumdan uzak mı yaşamalı? Toplumun içindeykeninsan, kendini tam anlamıyla ortaya koyamaz mı? Yoksa önemli olan insanın hangi anlık içsel hali yaşadığı mı, bütün toplum ve mekân mefhumları önemsiz mi bu kişisel durumları rayına sokmak için? Âdem’in sorularına cevap ararken; film evreniyle birlikte orijinimize, sorularımızın ayyuka çıktığı gençliğimize bir dönüş yapıyoruz. Bu soruları sorabildik mi kendimize, yoksa sorup da arka planlara mı sakladık diye metaforik düzeyde derince düşünüyoruz. Sakın film içinde genelleştirilebilecek bir cevap aramayın; çünkü gerçekten önemli olan sadece soruyu sormak. Cevap; sorunun kendisi zaten…



18 Ocak 2011 Salı

11'e 10 Kala (10 to 11)


 10'a 11 Kala!


Herhangi bir düzlemin enlemi üzerinde hareket edecek olursanız; başladığınız noktanın bir gerisi arkanızı, bir ilerisi de önünüzü betimler. Siz başlangıç noktanızı nereye koyacak olursanız, istikametinizde o kabulle birlikte şekillenir.

Ya peki dostlarım; başlangıç noktanızın bir gerisi yoksa, yani sizin arkaya kabaca atabileceğiniz bir adım yoksa, ileriye de mi adım atamayacaksınız. Arkanız, geriniz, bir önceniz yoksa; ileriniz, sonranız, önünüz de mi yoktur.

Bu durumda gerisi olmayan bir başlangıç noktası tabiri yapılabilir mi?

İşte bu soruya verilen cevap; çok önceleri bizleri matematiksel sonsuzluk sabitine götürüyordu. Sonlu olmayan bir sonsuzla muhabbet ediyorduk. Taki zaman mefhumu bizlere netleşene kadar.

Zaman size şöyle dedi; başlangıç noktanızı nereye koyarsanız ben size ordan eşlik etmeye başlarım. Bir önceniz geçmiş, bir sonranız gelecek, başlangıç noktanız da şimdi oluverir. 

Evet.


Belge Niteliği

Ölümsüzlük! Ölümlü yaşayanın isteği. Ölümlü olmayan bir adam için sizce ölümsüzlük diye bir kavram var mıdır. Yani hiç ölmeyecek olsanız; ölümsüz olmak için çabalamanın bir faydası var mıdır. Hayır.

Peki ölümlü dostum. Kendini ölümsüz kılmak için neler yaparsın. Ne ile uğraşırsın, nasıl yaparsın! Madem ölümsüz de değilsin.

  • Kendimi mumyalarım.
  • Heykelimi yaparım, yaptırırım.
  • Mezarımı öğrencilerime kutsallarım.
  • Beni hatırlatacak bir maddeyi sembol olarak hazırlar,benden sonrakilere miras bırakırım.
  • Yazar, çizer, boyar, ses kaydı yapar, bağırır veya görüntü kayıt ederim.

Peki ölümlü dostum. Senin için önemli olan ileride sadece bir beden- cisim olarak hatırlanmak mı, yoksa ilerideki senlere tecrübelerini aktarmak mı?
  •  Bilemiyorum!
Şöyle düşünelim:

Eğer kendini ileriye bedeninle aktarırsan bedenine "güzel" der geçerler, bilimle aktarırsan yararlanır ve daha iyisi bulununca "geçersiz" der bırakırlar, düşüncelerini aynen olduğu gibi kaydedip aktarırsan bu sefer de geçmişte kaldı" derler, unuturlar...

AMA ölümlü dostum bildiklerini gizli bir biçim, düzen, kurgu içerisinde eritip, saklayıp salt bir düşünce gibi değil; gözle görülüp- elle tutulamayan, hissedilip- cisimce kavranamayan bir stratejik planla aktarırsan sana "sanatçı" derler. Senin artık ne bir gerin, ne bir ilerin, ne de başlangıç noktan yoktur.

Çünkü dostum sen artık bir ölümsüz olmuşsundur. Çünkü zamansız olmuşsundur...

Evet ölümlü dostum; ölümsüz olmak işte böyle bir misal getirir aklıma...

O yüzden sinema; yaratıcısının içinde bulunduğu zamanı belgelemek, onu arşivlemek ve Collect- Kolektif- Kolleksiyon etmek zorunda değildir. Sinema ve sanat bu görevi hiçbir zaman kendine kabul etmez.

Hem tarih kavramı; ispatlanan tecrübe bilimi demektir.

AMA ölümlü dost; sinema istemese de; bir görev olarak yapmasa da; yaratıcısının farkında olmadan yaratıcısına ötede kalarak,  bir geçmiş- gelecek- şimdi çizgisini belgeler. Onun görevi değildir bu ama yine de yapar.

Yapana değil de yaptırana bak dediler duymadın mı hiç?

11'e 10 Kala;  belge- görüntü koleksiyonunu anlatan bir film değil; aksine belgeselci, koleksiyoncu bir adamı anlatan bir film. Görevi belge sunmak değil bu filmin. Yönetmen de bu tuzağa düşmemiş zaten. İyi de etmiş...


KLİŞELER  

Kamera omuzdayken, geniş açılarda devamlılık sağlayıp; halk sesi duyurunca (halka karışınca- çarşıya çıkınca) bize belgesel mi çekiyorsunuz derler. O sizin meramınız! Çünkü size göre kamera tripod üstünde durup, kamera büyük ve ağır olunca daha iyi kurmacalar ortaya koyarız. Ama diyorum ya size göre...

Yoksa belgesel denilen türün sabit bir takım görsel planlarımı var!

Bence; yaşlı koleksiyoncu amcamı ve hayatını resmederken sabit ve alan derinlikli planlar kullanıp, dışarı çıkıldığında ise (kimin çıktığı önemli değil- Ali gibi) kamera aksiyonunu (omuzda- klasik belgesel yöntemi) kullansaydın daha keskin bir ayrım yapmış olurdun dost! Hani klasik sinema ile klasik belgesel farkı için söylüyorum...

Çünkü çok söyledim; bizim işimiz her zaman sinemanın NASIL yapıldığı oldu, bundan sonra da böyle olmalı. Biz genetik hafıza olarak bu yeteneğe sahibiz.

ZAMAN MEFHUMU

Minkovski'yle şahlanan "Zaman" Einstein ile evlerimize ulaştı. Saatlerimizle bir soyut boyutu kontrol etmeye başladık. Zamanın efendisi olduk biz. Zaman izin verdiyse tabi.

Tüm film boyunca da dış seste ve ayrıca görselde de SAAT gördük biz. Sen bize kuşakları, asırları, yetenekleri gösterdin. Sen bize zamanı belgelemiş bir adamı gösterdin. Klasik olarak!
Ama ben neden ZAMANI  göremedim. Ağır işleyen, montaj zamanını demiyorum, o zaten öykünün minimal olmasından kaynaklı.





Basittir; uzun plan çekersen, uzun fiziksel zaman alırsın.

Kova içinde su dolma sahnesini, siyah beyaz yıkılmış ev sahnesini, delikten girip evrenlere açılma sahnesini gösterdin. Ardından renkli planda yüzlerce saat gösterdin. Seslerini de duyurdun bizlere.

Peki dost! Neden geçmişi eritmedin biçimin içerisinde. Neden Mithat Amcanın uykuya daldığını gösterdin, neden siyah- beyaz rüyalar, neden renkli ve bol sesli ve montajla fade to black (karartma) yapmayı seçtin.

Seçim senin tabii!

Sence Mithat amcanın rüyası; gündüzünden daha mı renksiz. Ya da sence o günlü (ışıklı- renkli- filmin geneli) sahneler daha mı basit bir hayatı- realiteyi gösteriyor, o bol planlı yıkım sahnelerinden...

Ölümsüz olmaya çalışan ölümlü dost;

Tebrik ederim. Filmin hikayesini yorumlayan çoktur zaten...

Ama bana sorarsan Mithat amcanın saati 11'e 10 Kala da değil; 10'a 11 kala da yaptı yapacağını.

Bu da benim saatim dost.  Başlangıç noktası farklı...

Mehmet Emin YILDIRIM

19. 01. 2011

16 Ocak 2011 Pazar

"Majority- Çoğunluk"


Majör (Majeur) ve minor. Çok olan ve çok olanın çok olması kabülüne göre, az olan.

Bir sinema eseri fikrini kurarken tüm filmin sizde oluşturduğu anlama mı isim koyarsınız yoksa; isim önceden aklınızda belirginleşir mi? Bana sorarsanız bir filme verilen soyut (Uzak, Adam, Çoğunluk, Bal) gibi isimler yönetmen o filmi yapmadan öncede ordadırlar. Fikir kafaya düşmeden önce ordadırlar. Teknik- matematik analizlere girmiyorum ama basitçe söyleyebilirimki hissedilen, sezilen olgu (yani film ismi); bir film yönetmenin kendisinin çoğunluğunu anlatmaktadır. Hangi film olursa olsun; o filmin tüm karesi gözüpek yaratıcı yönetmenin yaşamının herhangi bir yeriyle bağlantılıdır. 

Örneğin "Azınlık" kelimesi- film ismi otör (auther) sinemanın, Doğu sinemasının, parasız ama onurlu sinemanın koyacağı bir isimdir. Sabreder ve batıya geçerseniz, paralı adamlar; sizin anlayış kıtlığınızı çözmek için "Azınlık+Raporu" ismini kullanırlar. Çünkü tek başına "Azınlık" ismi elle tutulamaz, ideolojik olarak bir noktaya saplanamaz, arada kalması istenmez bir yolun habercisidir. 

Yani "İz Sürücü, Kış Güneşi" gibi isimler bize yakın sinemanın, aslında arınmış sinemanın izlerini gösterirler. Göstermelidirler, çoğunlukla...

Yani "Çoğunluk" isminde bir film yapıyorsanız; en düşük soyut özellik olarak dahi olsa "Çoğunluk" tabirini iyice belmemeniz gerekir. Kelimenin insana indirgenen ilk anlamı ve filmin afiş resmi bize "Tv" kültürünün duygu ve incelikten yoksun herkeslerini betimliyor. Ama bir şeyi iyice bilmek için; -bu bilginin şartıdır-, bilmek istediğiniz şeye yabancılaşmalısınız. Dogmalıktan kurtulmalı, sorular sormalısınız.

Kısaca Çoğunluk filminin yönetmeni bu filmi yapabilmek için ya Çoğunluktan çıkmış bir uniq- tek özel- kendini vareden- azınlık grubuna dahil olmalıdır ya da halen o Çoğunluk içeresinde debelenen bir çoğul.

İlk soru şu; bahsi geçen filmin konusunu, yani çok olanın rutinini ve despotluğunu anlatmak isteyen ilk insan topluluğundan bir birey olsanız; şimdiki teknolojiye (sinema) gelene kadar nasıl bir anlatım yolu çizebilirsiniz.

  • Seslenme (İnga- Agu- Ha- Atta) bunları arkadaşlarınıza bağırarak- ya da işaretleyerek- göstererek anlatırsınız. (Epos- Drama)
  • Bu kafanızda oluşan fikri bir şeylere benzeterek çizersiniz. (Hiyeroglif- Resim- Heykel)
  • Dağa, taşa ayağınız çarpınca çıkan seslerden kendinizce bir yapı kurarsınız. (Senfoni- Musik-i)
  • Ya da aynen kendi aranızda kullandığınız harfler veya sayılarla yazarak anlatırsınız. (Graf- Edebiyat- Cebir)

Kronolojik bir eskiz değil tabii. Bu düzenleme sinemadan önceki anlatım biçimlerini sınırlıyor. Yani bir şeyi; derdinizi anlatmak isteseydiniz sinemadan (mekanik) önce; bu yollardan birini seçmek zorundaydınız.

Peki, sinema sizce bunlardan hangisini daha yakın!

Özelleşelim biraz...

Eğer anlatmak istediğiniz şey aciliyet içeriyorsa, yani "GİT, GETİR" gibi emir kipine dayalı bir kapalılık sağlamak zorundaysa bunu müzikle ya da resimle değil SES ile yani konuşma işiyle hallederseniz.

EEE. Demek ki bir şeyi bir kişiye zorla ya da hatırla yaptırmak istiyorsam beste yapamam, resim çizemem, o şeyi yazıp zaman kaybedemem. Seslenirim ve olur biter. Zekice olan bir mantık üretimidir bu.

AMA; sanat eserleri biraz keyfi, farklı, biçimiyle hoş eden, zevkli eylemlerdir. Aciliyeti olmayan, sınırlarımızıı genişleten, zamanımızı boşlayan eylemlerdir ve kimsenin keyfi üstü kapalı da olsa emir verilmesini kaldırmaz. Kabul 1!

Yukarıda sinema sizce hangisine benziyor dediğimde, bir sonuca ulaştınız mı? Hepsine biraz benziyor ama aslında hiçbir şeye benzemiyor değil mi? İçinde ses ve müzik var, resim ve kompozisyon öğeleri var.

Ya peki yazı ya da sayı varmı. Yani bir kalem ya da yazılabilecek, yazacak bir araç görünür mü sinemada, ya da hissedilir mi? Bence EVET HİSSEDİLİR. Kabul 2!

Daha da özelleşelim...

(1900- 1950) John Ford- Orson Welles- Alfred Hitchcock- Bu adamlar sinemanın kazançlı bir ticaret aracı olduğunu yaptıkları devrimlerle paralı adamlara ispatladılar. Paralı amcalar da boş durmayarak sinemayı gizlice bir yere doğru ittirdiler, paranın olduğu yere, sinema da onlarla birlikte halinden razı olarak gitmeye başladı. Seyirci de mennundu, yönetmen de...

Karşılarına da "Hayır!  Çoğunluk sizde ama; hala  tam olaraksinema sizde değil diyen bir Azınlık çıktı." Bu adamlar sinema ve paranın olduğu yeri iyice araştırıp; çoğunluktan yana olmayı reddederek kendilerince bir takım doğrularla uğraştılar. (Godard, ...)

Soruyorum size, paran yoksa ya da paran olsa bile, esas parası olandan daha fazla değilse; parası olanın yaptığını yapmaya kalkışır mısın? Verimsiz olur değil mi! Onu senden daha iyi yapacak birileri var ve yapıyorlar zaten!

Sen ne yaparsın peki. Bu işi yapmak da istiyorsun. İşte o zaman şöyle bir soru gelir aklına:

Daha farklı nasıl olabilir! Kabul 3!

İşte o soru bu günümüze kadar, paralı ile parasızı, doğu ile batıyı, Avrupa ve Hollywood'u ve tabiki biçimi ve içeriği birbirinden ayırdı! Yarım olarak içinde bulunduğumuz coğrafya ve biz! parasız olandan, yani biçimden yana olanı, istemeyerek seçtik.

Seçimimiz şu argümanları dayattı bize. Yoksa diğerleri zaten olabileceğinin üstüne çıkmıştı: 

Biçim, nasıl anlattığınla ilgilidir.

Biçim; sinemaya ne kadar hakim olduğunla ilgilidir.

Para onlarda ise akıl bizdedir. Çünkü biz akılı, yani biçimi, yani saklanmış içeriği seçmiştik. Ne oldu peki?

Görsellik o yüzden hep Hollywood'un dışında yükseldi. Çünkü Hollywood en baştan beri paralı Çoğunluk, biz de yetenekli Azınlıktık. Rehavetimiz olmadı ve biçimi ve içindeki gizli görselliği kazandık.(Tarkovsi, Bresson, ...)

Şimdi de böylemi?

Tabiki kendimizi Hollywod'a benzetip, sınırımızı kendi tepemize çekecek olursak; bizim de içimizde Çoğunluk ve Azınlık oluşur.

Acaba diyorum şu son başarılı dönemlerimizde Azınlık olan kendimizden , Çoğunluk olan kendimize mi kayıyoruz?



Bunca yazıdan sonra esas yorumsuz sorularamıza geçelim. Bütün kabulleri de kabul ederek son, can alıcı sorularımıza geçelim.

  • Çoğunluk filmi; Yeni Sinemacıların diğer filmlerine oranla daha önemli midir?
  • Çoğunluk filmi kendisini; kendisine usta kabul ettiği; minimal sinemacıların içinde oluşan Çoğunluk'a kendini kaptırmaktan kurtulabilmiş midir?
  • Çoğunluk filmi; biçim olarak yeni bir yol, kapı geliştirmiş midir?
  • Çoğunluk filminde "salt görsel öğe" olarak son kapanış sahnesinin dışında tek bir sahne daha var mıdır? (Tam dilimdekini şeyi söyledin işte aynen bu!) gibi...
  • Çoğunluk filminin çoğunluğu; yukarıda bahsedilen farklı anlatım (Edebiyat, Resim, Müzik, Drama) modüllerinden sinemadan başka hangisine daha yakındır?
  • Çoğunluk filmindeki karakterin psikomotor gidişlerini resmetmek için bolca konuşmak, fiziksel tribe bağlanmak, bağırmak, küfür etmek dışında görsel olarak bizi doyurabilecek bir sahne var mıdır?
Sanatçı çağının ötesinde olmalıdır. Neden?

İsmi sanatçı da ondan. Çağının resmini değil, daha sonraki çağın resmine bakmalıdır sanatçı.

Bana eserinde anlattığı kötü durumun aksini yansıtmalıdır. Bana gizlice çıkış yolunu sunmalıdır. Biçiminin içinde cevabını saklamalıdır. Biz, Doğu, parasız olan bu yolu en baştan seçtik çünkü...

Benim de bildiğim şeyleri bana anlatmana gerek yok sanatçı, bana bilmediklerimden bahset. Bana, beni tespit etme.

Filozof da iyi tespitler yapar. Aslına bakarsan en iyi tespitler onlarındır...

Bana tek bir sahneyle bahsettiğin o güzelliğinin (ağlama sahnesi) yalnızca bir rüya olduğunu söyleme, salak değilim ben, görüyorum rüya olmadığını, ÇOĞUNLUK zaten her gün bana felaket tellallığı yapıyor memleketimde...

Sana söylüyorum sanatçı, bana içindeki güzelliği resmet, sen de çoğunluğu tespit edip, çoğunluk gibi olma.

Mehmet Emin Yıldırım
17. 01. 2011