9 Nisan 2012 Pazartesi

Ingmar Bergman- Viskningar och rop (Çığlıklar ve Fısıltılar)

Bergman, rahat çalışma ortamlarında, çok büyük zorluklarla karşılaşmadan film yapabilmiştir. Bergman’ın tüm filmleri içerisinde; Winter Light, Hour of the Wolf ve Persona filmleri ayrı bir klasörde görünüyorlar. (1) Virgin Spring, The Sevent Seal, Wild Strawberries, Throught a Glass, Darkly ve Skammen (Utanç) sanki bir arada toplanabilirler. (2) Bir Evlilikten Manzaralar, Güz Sonatı, Silence (Sessizlik) ve Çığlıklar ve Fısıltılar da birlikte iş görebilirler gibi. (3) Bergman’ın hayatında biraz gezinirsek; toplumunun örf ve adetlerini üzerilerine çok fazla düşünmeden filmlerinde kullandığı, sinema dilini radikal bir şekilde kavramaya çalıştığı, (öğrenme süreci) sıkça epik hikayeler sunduğu bir evreyi görüyoruz. (2) Sonra da “bilmediğim, ben de bir bilinçlilik hali olarak bulunmayan olguları, şeyleri anlatmak yerine kendimi anlatmalı, salt kendi deneyimlerimi dışsallaştırmalıyım” gibi bir dönüşümü var. (1) Bu evre, Bergman’ın bence en yetkin filmlerini çıkarttığı süreç. Daha sonra da içine, kendine, kapalı özüne (ego) dönmesinin biçim ve içerik tekrarları nedeniyle oluşmuş sıkışmışlık hali karşımıza çıkıyor. (3) Son filmine kadar devam eden bir evre, bu son evre de… Bergman’ın öykü içeriklerini iyi incelerseniz, film biçimlerinin de içerikleriyle paralel bir değişim gösterdiğini çabucak görebilirsiniz. Mesela; Bir Evlilikten Manzaralar, Bergman’ın kadınlarıyla olan problemli dönemine denk geldiği için, Bergman; söyleyeceği çok fazla şey yüzünden, fazla enerjisi yüzünden yani, film biçiminde edebiyata öykünüyor. İlk başlarda da, film hayatının ilk dönemlerinde yani, kendini kanıtlamak ve önemli sinemacılarla boy ölçüşebilmek adına kendisine ait olmayan, kendinde olmayan tipik figürler kullanıyor. (Sinema dilini kavrama çabalarından dolayı) Bu dönemde kamerası biraz ürkek, merkez görselden çok uzakta ve acemice konumlanmış. Kendine dönmesi döneminde ise yani epik tiplerden, kişisel bilinçaltının dışsallaştırması sürecine geçmesinde, birkaç ara boşluk hali ( film) egosunun, doğal olarak da film dilinin sınırlarını yıkmaya teşebbüs etmekte. Zaten ben bir Bergman filmini belki bu ara boşluklardan zevk alabilirim diye izliyorum. Lakin bu filmde de (Çığlıklar ve Fısıltılar) Bergman, kendine, egosuna yapıştığı evrede bulunuyor. Annesine olan kızgınlığını her zamanki gibi dışa vuruyor. Annelerinden dolayı karmaşık bir hayat yaşayan üç kız kardeşi anlatıyor (çığlıklar) ve kızların bilinçaltlarını (fısıltılar) bizlere sunuyor. Film dilini, bilinç- bilinçaltı geçişlerini hikayesini ilerletmek amacıyla basitleştirdiği için Silence ve Autumn Sonata arası bir film olarak görüyorum bu filmi. Bu filmde de ne yazıkki biçim ve içerik tekrara düşmek niyetinde. Yok eğer bakıcı kızın (Anna) şefkati nedeniyle; bu aradan bir boşluk, sessizlik hali çıkmaz mı diye sorarsanız; bu karakter tercihinin Bergman’ın kendisi için bile deneyimlenmemiş bir eylem olduğunu söylemek isterim. Yani Anna aslında sadece kızların annelerinin (alter egoda Bergman’ın) eksik yanını (sevgi) işaretleyen bir tip…

1 Nisan 2012 Pazar

Edebiyat ve Sinema Üzerine Mehmet Emin Yıldırım ile Yapılan Bir Söyleşi


Tuğba Şanlı: Bir yönetmen olarak edebiyata nereden bakıyorsunuz?
Edebiyat kelimesinin etimolojik kökenine baktığımızda “edep” mastarını görüyoruz. Edep de hepimizin bildiği üzere “görgü, terbiye” anlamında kullanılmakta. Bu analizimizi en derinininden incelediğimizde “edebiyat” kelimesinin temel kullanımının günlük, gündelik söylem dilimizin belirli bir etik potansiyel çerçevesinde düzenlemesi olduğunu görebiliriz.
Sizin sorduğunuz şekilde konuşmak gerekirse; bir yönetmen olarak, kendi zihinsel dışavurumlarımı kontrol etmek, onları düzenlemek için edebiyatı kullanıyorum, diyebilirim.
Tuğba Şanlı: Edebiyat sizin için ne ifade ediyor?
Edebiyatı; bir sanat yapan, onun kendisini, gündelik dil sınırının üstüne çektiği şiir ve roman gibi formlarıdır. Ben, kendimce belirlediğim önemli yazarların; kendi kronotoplarında anlatmaya çalıştığı durum ve olayların kendi bireysel deneyimlerimle örtüşmesiyle ilgileniyorum. Bu yazarları yazmaya iten, onları sancılı bir doğuma iten ana duyguyu, fikri yakalamaya çalışıyorum. Kısaca ben bir yönetmen olarak; edebiyatı salt bir dil kullanımı olarak değil de, daha çok önemli edebi eserler ortaya koyan sanatçılarla duygudaşlık yakalamak ve kendi söylem dilimin otokontrolünü yapmak için kullanıyorum.
Tuğba Şanlı: İki sanat dalı olarak edebiyat ile sinemanın ortak ve farklı yönleri sizce nelerdir?
Ontolojik yapıları gereği edebiyat ve sinema sanat kategorisinde bulunurlar. Lakin bir anlatım formu olarak, kullandıkları metodoloji açısından yani, iki ayrı sanattırlar. Edebiyat kendini kelimelerin gücüyle ifade ederken, sinema edebiyatın kendisinde bulunmayan görsel- işitsel bir dil aracılığıyla kendisini ortaya koyar. Bir mavi kuş ve bulunduğu ortamı, onu seyreden insanları edebiyat sanat dalı ile anlatmak için belki yüz adet farklı kelime kullanmak zorundasınız, lakin sinemada bir orta planla bunu kameranızın record tuşuna basarak daha gerçekçi, göreceli olarak daha biçimli bir atmosferle anlatabilirsiniz.
Tuğba Şanlı: Sinema eskilerden beri edebiyatla arasını iyi tuttu. Bu ilişki hakkında neler düşünüyorsunuz?
Sinemanın, edebiyatla olan yakın ilişkisi sinemanın doğum sürecinde kendi dilini kuramamış olması ve kendisine özdeş kurabilecek ebeveyne ihtiyaç duymasından dolayıdır. Tiyatro sinemanın babası, edebiyat ise annesidir diyebiliriz. Eğer bir ilişki kurulacaksa yazar veya yönetmenin, eserlerini ortaya koyarken yakadıkları ortak hissiyata bakmalıyız. Bunun dışında şu ana kadar edebiyatın sinemayla kurduğu ilişkinin politik, ideolojik yönlerde yapılmış bilinçsiz bir eylem olduğunu söylemek zorundayız. Ve zaten, 1940 yıllarıyla birlikte sinema kendi dilini yavaş yavaş ortaya koymuş ve annesinden azat olabilecek konuma gelmiştir.
Tuğba Şanlı: Anlatım tekniği (biçimi) düşünüldüğünde yönetmen ve yazarın ilişkisi nedir?
Her birey, deneyim araçları, uzuvları farklı olsa da eylemlerinde temel bir duyguyu sebep edinmiştir. En temelinde bu canlılık, yaşama içgüdüsü, hayy, Freudyen bakışla libido, insanı yaşamaya iten, eyleme sevkeden güçtür. Daha yüzeyde de sanatçıların bir varoluş hükmü olarak kendi deneyimlerini aktarmaya, paylaşıma açmaya ihtiyaçları vardır. Bu hem sanatçı açısından hem de toplum açısından önemli bir süreçtir. Diyalektik bir süreçtir bu. Sanatçı bir zorunlulukmuş gibi, böyle bir dışsallaştırmaya ilahi bir kuvve ile mecbur bırakılmıştır diyebiliriz belki.
Yani, yazar ve yönetmen sanatçı olmaları bakımından aynı kaynaklardan beslenirler lakin, birbirlerinden tamamen farklı diller kullanırlar. İyi bir edebi eser, iyi bir yönetmenin süzgecinden geçmeden asla iyi bir sinema eseri haline getirilemez.
Tuğba Şanlı: Yazar karakterinin iç dünyasını kelimelerle betimlerken yönetmen bunu seyirciye nasıl yansıtır?
Diller farklı olduğuna göre, yapılar yani kurulan cümleler de farklıdır. Yine biraz uzatmak zorunda olarak söyleyeyim, sinema kendi olanakları, dil kullanımı sayesinde edebiyatı aşkınlamıştır. Sinema, sanat formlarının sınırlarını genişletmiştir. Bunun en temel sebebi bence, sinemanın hissedilebilir olarak zamanı kendi formu içinde bulmuş, ortaya çıkartmış olmasıdır.
Sorunuza göre, yazar kendi karakterinin iç dünyasını; belirli bir merkez kavram üzerinde genişleyen başka kavramlar üzerinden dışa doğru genişleyerek, okuyucunun imgeleminde bir okuma süreci, yani zamansallık oluşturarak kurar. Sinema ise, bu kavramsal genişlemeyi, yani okuma sürecini dışlayarak içe doğru, merkez görsele doğru, hissedilebilir bir boyut olan zamanı da aynen olduğu gibi yansıtarak, kendi karakterini anlatır. İki sanatın da farklı bir tadı vardır, ama amaç iç dünyayı dışsallaştırmak olacaksa, sinema daha güçlü bir dile, hayatın kendisine, yani kurmaca anlamda kendisine daha yakın durarak, ön plana çıkacaktır. Tabii sinema dilinin iyi kullanılması koşuluyla…
Tuğba Şanlı: 1902 yılından bu yana sinemada edebiyattan uyarlamalara çok rastlıyoruz bunun temel sebebi nedir sizce?
Sinema bir panayır eğlencesi olarak algılanma tehlikesine düştüğü için, kendi dilini kullanacak yaratıcılardan biraz uzak kalmış olabilir, o yıllarda. Bu yüzden öykü anlatmaya, bir yazılı düzlem olarak hazır bulduğu edebiyata öykünmesi doğaldır. Sonuçta, bir film çekerken kaybolmamak adına, belirli notlar almalı, çekime başlamadan önce bir yol haritası çizmelisiniz. Ee, bu da doğal olarak, yazım dilinde kendini kanıtlamış edebi eserlerden alıntılanmalıydı. Bu sayede senaryolar, daha kolay, daha hızlı bir şekilde eğlence bekleyen seyirciye sunulabilecekti.
Tuğba Şanlı: Bu uyarlamalar edebi eserin ruhunu yansıtmakta yetersiz kalıyor genellikle. Bunu temel sebebi nedir sizce?
Bir yönetmen, iyi bir edebi eseri aynen aktaramayacağına göre edebi eserin oluşturduğu organik bütünlük bozulmak zorunda kalacaktır. Doğal olarak da, ortalama bir yönetmen ne sinema diliyle ne de edebi dille bir eser koyamayacağı için, uyarlama sinema eseri; kendi uyarlandığı önemli edebi eseri aratacaktır.
Tuğba Şanlı: Beğendiğiniz uyarlamalar var mı?
İyi filmlerden bahsedebilirim ama ben bunlara uyarlama demekten yana değilim. Çünkü bu filmlerde, edebi eserin ancak yönetmen tarafından algılanmış, sezilmiş alt metnini görebilirsiniz. Mesela; Tarkovski- Stalker, Bresson- Bir Taşra Papazının Güncesi.
Tuğba Şanlı: Teşekkürler…
Ben teşekkür ederim…