1 Mart 2012 Perşembe

Tanrının Sineması

Sinemayı, -temelinde bütün sanat eylemlerini- kendi içkin yapısını anlamak için; kendisini ifade etme alanı bulduğu tarihsellik süreciyle incelememiz (analiz) gerekmektedir. Yalnız bu türden ontolojik bir analiz, sonuçları bakımından bize çok pahalıya da patlayabilir. Bu yüzden analizimize imkan sağlayan yöntemin kendisini de analiz altına almak zorundayız. Sinema eserlerinde nasıl bir kategorizasyon yapılabilir? Hangi noktasal ya da bölgesel bakış açısından filmleri birbirinden ayırmalıyız? Tümdengelimsel mi, tümevarımsal mı olmalıyız? Bütünden özele, kökten dallara bakmaya alışık doğunun kalp gözüyle mi, ayrıntının gelişerek zihinsel bütünlüğünü kurduğu batının analitik aklıyla mı yorum yapmalıyız? Daha aşkın, daha toleranslı bir sistem oturtabilir miyiz? Sinema eğlencelik bir aktivite olarak mı doğdu, yoksa bir sanat olarak doğdu da biz onu bir “gerçeklerden kaçış operasyonuna” mı çevirdik? Bu sorulara cevaben Doğu hikmeti Jean- Luc Godard ve Jean Epstein gibi; “sinemanın, bebekken bir deha olarak doğduğunu yalnız 60 sene kendi hakikatinden uzak bir yaşam sürdüğünü” söyleyecektir. Batı analizi ise Andre Bazin gibi; “sinemanın potansiyeli yüksek ama disiplinsiz bir bebek olarak doğduğunu ancak doğduktan 45 sene sonra kendini bir deha olarak ispatladığını” söyleyecektir. Sonuçta; tarihin bizim bölümümüzden bakıldığında, Mozart bir dahidir, lakin Mozart açısından bakıldığında Mozart, hayatının bütün bölümünü bu dahiliğini ortaya çıkartmak için harcamıştır. Eski astrolojistler, Mısır ve Hint bilginleri, bir çocuğunun horoskobuna baktıklarında büyük düğüm noktalarını görürlerdi, lakin o çocuğun o büyük düğüm noktasında ne tür bir eylemde bulanacağını söyleyemezlerdi. Ben de bu astrolojistler gibi sinemayı bir dil olarak tanımladığımda, sinemanın kendi dil sınırını (zihinsel eylem) aşkınlayacak bir duygu bütünlüğünü (sessizlik- görsel fikir) de barındırması gerektiğini söylüyordum. İki ucu pislenmiş değnek yani anlayacağınız. Eee… Yani şunu diyorum, sinemanın varlığı, insanın varlığına bağlı ise, insan varlığının nasıl oluştuğu (ilk insan yaratımı) sorusuna net zihinsel bir cevap bulabilirsek eğer, aynen sinemanın varlığı da kendi ontolojik cevabını bulabilecektir. Buradan hareketle bir kategorizasyon yapılabilecektir. Ama problem şurada; bir yaratım varlığı olan insan, kendi yaratım sınırlarının, bilinçli eylem sınırının yani, dışarısını bilemez. O alanı, o alanın imgeselliğini tasavvur edemez. Çünkü insanın kendini ve olguları zihinsel ifade etme sınırı, kendi yaratım sürecinin içindedir, dışında değil. İnsan kendi yaratımının gayesini, salt zihinsel eylemi ile kavrayıp, tatmin olamaz. En nihayetinde bu bakışla, bu sınırlı alan içerisinde, hiçbir insani ifade, hiçbir insani durum açıklaması, kendinden başka herhangi bir insanın gereksizliğini savlayamaz. Çünkü insan bu varoluşsal gayeyi kavrayamaz. Yine çünkü insan; bu yaratım sürecinin kendisine içkin, hem yarattığının kendisi olan, hem de yarattığını yadsıyarak onunla sınırlı olmaktan münezzeh, uzak olan bir zihinsellikte de değildir. Bu varlık ancak; kozmik bilinç, insanın aslı, nefs-i safiye, orijin anlamıyla Tanrı, geleneğimiz adlandırmasıyla Allah’dır. Eğer bu varlık bir insanı var etmeye tenezzül etmişse (inzal), yaratım sürecinin başka bir biçimi olan insan bilinci o varlığı yok edemez. Hiçbir yaratılan, hiçbir oluşum, hiçbir biçimsel süreç, yaratmanın ve yaratılanın üstünde muktedir değildir. Bu durumdaki bir analiz, kategorizasyon yöntemi, insan varlığını yoklaştırmayacağına göre, insan; dolasıyla Tanrı ürünü sinema da ontolojisi (varlığı) itibariyle yoklaştırılımaz. Yani son aşamada, sinema kendi biçimsel varoluşu yönünden gizemlidir, tevhididir, tenzihli teşbihidir, zihinsel (düşünce), bedensel (dil) veya duyumsal (duygu) olarak sınıflandırılımaz. Doğal olarak da sinemanın varlık gayesi bilinemez ve bu varlık gayesi salt zihinsel bir kategorizasyona tabi tutulamaz. Peki o zaman daha iyi bir sanat eseri ortaya koyabilmek nasıl olacaktır? Duyguyu, daha bilinçli bir zihinsel faaliyetle bedenleyemez miyiz? Sinemayı dil olması itibariyle daha güçlü bir hale getiremez miyiz? Bu soruların cevaplarının; sinemanın kendi varlığının kategorize edilmesine değil de, (yaratmanın öncesine) bu yaratma sürecinin sezgisel yönlendirilmesine olan ilgisini görecek olursak; bu durumda bir evet cevabı verebiliriz. Çünkü aksi halinde insan, tepeden inme (Övrüpides) bir şey haline dönüşecektir. Peki, lafın uzunu sinemacılar olarak neler yapabiliriz? Madem yaratmanın öncesine gidemiyoruz, o zaman biz de elimizden geldiğince sınırlarımızı zorlarız. Madem sınırlarımızın ne olduğu ile ilgili bilemez bir konumdayız, biz de belirli bir bütünlük içerisinde, sinemanın şimdiki durumunu belirleyen (şimdiye kadar- tarih içerisinde ortaya konulmuş) biçimsel içeriğini genişletmeye çabalarız. O zaman, Tanrının şimdiye kadar kendini hem içkin (Teşbih- Hz.İsa), hem de münezzeh, sınırlandırılmamış (Hz. Musa- Tenzih) olarak ifade ettiği varlığı (insan) ve bu varoluş biçiminin kuramsal ya da pratik eserlerini biz de bu yönteme öykünerek (Allah Ahlakı ile Ahlaklanma) incelemeye alırız. Bir sonraki yazıda da bu bakış açısından hareketle; bir sinema- dil genişletme içeriği ortaya koyacağım… Görüldüğü üzere Tanrının sineması ve sinemasal biçimde bir insani vekili yoktur. (Zen- Tenzih- Brecht) Eğer var ise (Özdeşleşme- Teşbih) bütün sinemasal süreç ve oluşumları (sanat ve zanaat eserleri) Tanrınındır…