30 Ekim 2011 Pazar

Kenji Mizoguchi- Sansho the Bailiff (1954)

Derinlikli Alan


Griffith ve Eisenstein ustalar; 1920'li yıllarda aynı yönde ama karşıt alanlarda rekabet halindeydiler. (Kurgu Sineması) Birisi klasik olan, insanı pek fazla yormayan, ilk insandan beri alışkanlık edinilmiş anlatı (öyküleme- anlatma) disiplinini kendi ülkesinin temelini kurmak için sinemaya uyarlıyor, diğeride daha farklı olması (karşıt fikir) gerektiğini düşündüğü toplum sosyal hayatının savunmasını yeni sanat, sinema üzerinden kurmaya çalışıyordu.

Soyvetler Birliği vs A.B.D savaşını bildiğimiz üzere insanları klasik tutmaya çalışan Griffith ve güçlü ordusu kazanmıştır.

Ah Hayat...

Acaba Eisenstein sineması galip gelse neler olacaktı!




Merak etmişimdir!


İyi incelerseniz hayat tek kutuplu değildir. Diyalektik bir aşkınlık devamlılığı içerisinde yol alır. Seven bir adam varsa nefret eden bir adam da olacaktır, Komünist olan varsa onun karşıtı olduğu Kapitalist de olacaktır.

Basit bir olaydır bu. Çünkü tüm ideolojilerin, toplumsal arzuların temeli zihin olgusuna dayanır ve zihin sağ ve sol, ön ve arkası nedeniyle yatay ve dikey anlamda karşıtlı olarak var olur.

İki karşı kutup olmaz ise insanlık mükemmel bir bütünlük içerisinde, hiçbir eksiği ve fazlası olmadan, durağan, hareket etmeyen, yani var olmayan bir olgu olarak bulunmak zorundaydı.

Bu durumda doğal olarak ben de şu an bu yazıyı yazamayacaktım!

Griffith var ise Eisenstein, Godard, Bresson, A.B.D var ise Soyvetler Birliği, Sağ var ise Sol, teist var ise ateiste de bulunmalıdır.

Mükemmel (ideal) olmadığımıza göre (Şükür) ilerleyebiliriz ve karşıt kutupların bizlere kattığı gelişimleri belki dışardan! ve belki içerden inceleyebiliriz.

Peki kutuplarda bulunmak istemezsek.

Yani ne sağ, ne sol, ne komün ne kapital bizi tatmin etmiyorsa. Bilinçli bir varlık olarak hiçbir tarafta olmak istemezsek ne yapacağız?

Ya hayvan bedeninin en dibine zihni olan bir hayvan (esfel-i safilin) olarak, ya da tüm zıtlıkların ötesine, aşkınlığına yol alacağız. (Ahsen-i Takvim)

Ya en aşağıya, ya da en yukarıya çıkacağız.

Peki sormam gerek!

Griffith gibi drama yapısının uyuşumlarını bilerek, Eisenstein gibi karşıt resimlerin farklı anlamlarını kavrayarak sinematografik anlamda ahseni takvim olabilir miyiz acaba?

Hiçbirini ezberlemeden ve hiçbirini red etmeden yani!

Klasik ve karşıtı anti- klasik yapılar (sadece kurgu- montaj düzeyinde) anlaşılmadan sinemaya girecek olursak, deli, emmare nefs, hayvan, esfel-i safilin olabiliriz de ondan yani!

Klasik olanı bilerek ve onu aşkınlayarak ilerleyeceğiz en kısası.

Bu aşkınlık için çalışan yönetmenler (zihni aşmaya çalışan) sanat denilen "bütünlüklü yaklaşım biçimini" anlamış ve kendi yollarını çizmeye başlamışlardır.

Böyle olunca; fotoğrafik unsurların (1/24) birbiriyle ilişkisiyle kurulan anlam yarışı, yerini ALAN DERİNLİKLİ ifade sistemini kullanan yönetmenlere bırakmıştır.

Ama...

ALAN DERİNLİĞİ'nin uygulanması ile kendini sanatçı ilan etmek; tekerlek icat edip, insan kopyalamaya çalıştığını söylemek kadar abes bir davranıştır. 

İşte tekerlek (Alan Derinliği ve Geniş Açı Lens) buluşunda çalışan yönetmenlerden biri de Kenji Mizoguchi'dir...

SANSHO EFENDİ


Bu bahsi geçen Alan Derinliği mefhumu; kameranın ve dolayısıyla birleştirilen hareketli fotoğraf karelerinin düşünce taşıyan alanına derinlik getirdi.

İki resmin birleşmesi zorunlu olarak bir anlam taşıyordu. Lakin siz alan derinlikli geniş planlar uygulayacak olursanız; zorunlu olarak (teknik) taşınan anlam sayısı artacak ve seyircinin de yönetmenle birlikte filme katılımı sağlanacaktı.

Sinemanın efendisi olacaktık yani...

Neyse...

Başka bir alandan bakalım olaya:

Şimdi bir filmde "her insan eşit doğar ve eşit yaşamaya hakkı vardır" cümlesini bir diyalog öğesi olarak kullanmak ile bu edebi cümlenin yönetmende oluşan anlamını görsel olarak yeniden kurgulamak arasında fark var mıdır!

Evet!

Yani diyalog öğesi her birim (cümle, kelime, harf) film içinde çok dikkatli bir şekilde kullanılmalıdır.

Ama görsel olarak düzenlediğiniz ve ancak görsel olarak anlatabilinen bir plan bütünlüğünde; istediğiniz kadar diyalog kullanmanız ve yönetmen olarak anlatınızı bu diyalog ve görsel dinamik üzerinden seyirciye sunmanız çok normaldir.

Sessiz olmaya çalışın derler!

Yalnız; unutmayın ki "yüksek enerjili yapınız (extrovert yapı)" çok fazla anlatacak şeye sahipse; sırf bir başka yönetmeni kopyalamak ve klasik bir kural olan "az diyalog" dinamiğine hapis kalmamak adına bu enerjinizi istediğiniz kadar diyalog ile süsleyebilirsiniz.

Bazı yönetmenler anlatacak hiçbir derin düşünceye sahip olmadıklardan sessiz kalmak zorundadırlar.

Siz değilsiniz.

İşte; Mizoguchi çok konuşmak isteyen, kamerasıyla elinden geleni yapan, lakin bazı "diyalog" durumlarında kafasını (görsel kafa) kullanmaktan çekinen bir ustamızdır.

Mizoguchi ve Klasik Anlatı

Film sosyalist bir yapı içinde gizlenen "insanlığın eşit olması" metaforunu bir aile üzerinden anlatmak istemiş:

Kız kardeş; fedakar ve muhafazakardır.

Erkek kardeş; kendi temellerinden ne kadar da uzaklaşsa da bir gün babasının ünlü vecizlerine geri dönecek, "köle- efendi" ilişkisini yıkacaktır.

Baba; güçlü ve insanlığa yön veren önemli bir karakterdir.

Anne; yine ancak bir "anne" tiplemesinin yapabileceği bir şekilde kendine yakışanı yapan muhteşem bir insani güçtür.

Efendi Sansho; yönetmenin içinde geliştiği coğrafi bölgenin genel bir izdüşümünü yansıtan "kapital" bir zulüm işaretidir.

Ve bu karakter dinamikleri; kendilerini imgeleyen düşünceleri ile bir bütünü (yönetmenin anlatısı) oluşturmak için harekete geçirilmiştir.

Şimdilerde; bu film ve anlatısı bize klasik gelecek olabilir, lakin yönetmen için kendi kronotopundaki (mekan- zaman- 1954) toplum yapısını yeniden kurmak ve zülme karşı gelmek önemli bir ayrıntıdır.

AMA...

Çok derinden baktığımızda...

Bir durum değişimi ve bu durum değişiminin nedenselliği ile gelişen bir durum değişimi seziyorum. Sonrasında hiçbir zaman kopamayacak bir "olay örgüsü" ne dönüşüyor bu.

Griffith+ John Ford+ Orson Welles aynı (kişisel+toplumsal) yapıyı kendi coğrafyalarında çok öncelerinde güçlü bir şekilde işlemişlerdir.

Bu yukarıdaki öncül insanların başka bir coğrafi alandaki kopyaları olmak bir sanatçı için yeterli olamayacak bir özürdür. (Mizoguchi vs Sanatçı)

Ne derseniz diyin; güçlü geniş planlar, akıllıca kullanılmış kamera hareketleri, işlenen toplumsal (aile bireylerinden olsa da) dinamikler tek başlarına yeterli değildirler...

İşte size şifre:

Tarkovski gibi işlenmemiş bir sinematografi kuracaksınız. (Godard+ Eisenstein ve Stanley+ Orson Welles birbirinin zıttıdır. Lakin zıtlıkları aşkınlamak zorundasınız. Hem de teknik olarak...)

Mevlana gibi; saf bilinçli bir varlık haline geleceksiniz. (Hakikat Noktası- İnsani Gelişim)

Yunanlı Zorba gibi de dünyada kalacak ve toplum dinamiklerinden kaçmadan yaşayacaksanız.

Zordur, ama yapılabilir.

Zordur, ama yapılmalıdır.

Zordur, ama yapabiliriz.

Başkaları yapamamış olabilir; lakin unutmayın Tanrı hiçbir zaman aynı kişiyi ve durumu yeniden yaratmaz.

Haydi bakalım!

30. 10. 2011

Mehmet Emin Yıldırım- Adam (The Man)


Adam filmimizi ücretsiz olarak indirmek için:

http://www.4shared.com/file/ev4bkTSh/ADAM.html 
(İngilizce Altyazılı)


Filmi indirmeden izlemek için:




Adam filmi; Âdem’in hayatın içindeki şuursal dilemmasını anlatıyor. Âdem karakteri; film evreninde kendi gibi olan gençlere, babalara, annelere ve arkadaşlara ayna oluyor. Acaba insan kendini ortaya koyabilmek için yalnız, toplumdan uzak mı yaşamalı? Toplumun içindeykeninsan, kendini tam anlamıyla ortaya koyamaz mı? Yoksa önemli olan insanın hangi anlık içsel hali yaşadığı mı, bütün toplum ve mekân mefhumları önemsiz mi bu kişisel durumları rayına sokmak için? Âdem’in sorularına cevap ararken; film evreniyle birlikte orijinimize, sorularımızın ayyuka çıktığı gençliğimize bir dönüş yapıyoruz. Bu soruları sorabildik mi kendimize, yoksa sorup da arka planlara mı sakladık diye metaforik düzeyde derince düşünüyoruz. Sakın film içinde genelleştirilebilecek bir cevap aramayın; çünkü gerçekten önemli olan sadece soruyu sormak. 


Cevap; sorunun kendisi zaten…



Yapım Yılı:

2010

Süre:

88 Dakika

Oyuncular:

Âdem- Mertkan ARAT

Abla (Ayşe)- Çiğdem SPICKERMANN

Hasan- Hüseyin ERKANLI

Baba (Cengiz)- Zafer YILDIRIM

Anne- Gökçay YILDIZ

Evren- Evren AYERDEN

Anıl- İbrahim Anıl BITIRAK

Orkun- Orkun OKUR

Meczup- Ata Çağdaş YILDIRIM

Patron- Mustafa Kemal UTKU

Çiko- Mesut ARAS

Çocuk Ses- Mert ERTEN

Senarist:

Mehmet Emin YILDIRIM

Yapımcı:

Mehmet Emin YILDIRIM

Cengiz YILDIRIM

Tülay YILDIRIM

Şeyda YILDIRIM

Müzik:

Orkun OKUR

Görüntü Yönetmeni:

Mehmet Emin YILDIRIM

ErciDerki (C.K)

Kurgu:

ErciDerki (C.K)

Yönetmen:

Mehmet Emin YILDIRIM








Mehmet Emin Yıldırım- ADAM (The Man)


You can download Adam -THE FULL MOVİE- links below:



http://www.4shared.com/file/ev4bkTSh/ADAM.html (With English Subtitle)


Filmi indirmeden izlemek (480p) için:


http://www.youtube.com/watch?v=zKcHjgHL5JA&feature=g-upl&context=G2c4ffcbAUAAAAAAAAAA 


Âdem is a twenty five year old boy who graduated from computer enginering department. While he is trying to adapt business life after he graduated, He get himself in a complicated mood, as we all experienced. He want properly, routine lifestyle like everyone have however
the truth is that he can't get away from his questions which comes from his nature.

In the past Âdem was a sociable adolesent and he clever just like everybody, but nowadays he is getting problems from his cleverness that like everybody have. He don't want to get in everyday life tempo before finding his question’s answers, he afraid to forget the questions and leave them without answers.

He want to live in social environment without problems with getting more simple, actually this is the only problem he have...

The movie, Adam tells Adem's consious dilemma that he have in his life. The character of Âdem; in movie universe, make a reflect a image from fathers, mothers, friends and adolesents who similar to him.

Is it right for a human to keep distance from society, live alone to express himself/herself?
While living in society, can a human express himself/herself exactly? Or is the important one, living which instant inner mood, all society and place notions are they not important to tidy up this personel situations?

While Âdem searching answer for his questions; with movie universe, we are going back to our origin when our questions occured. We are thinking deeply in metaphorical level that did we can ask these questions to ourselves or we just asked and hid them in the backgrounds.

Don't try to find an answer that you can make it general in the movie; because just asking the question is the important one.

Answer; allready the question’s itself...



Produce Year:

2010

Film Time:

88 Minutes.

Cast:

Âdem- Mertkan ARAT

Sister (Ayşe)- Çiğdem SPICKERMANN

Hasan- Hüseyin ERKANLI

Father (Cengiz)- Zafer YILDIRIM

Mother- Gökçay YILDIZ

Evren- Evren AYERDEN

Anıl- İbrahim Anıl BITIRAK

Orkun- Orkun OKUR

Mad Man- Ata Çağdaş YILDIRIM

Web Firm Boss- Mustafa Kemal UTKU

Çiko- Mesut ARAS

Child Voice- Mert ERTEN

Screenplay:

Mehmet Emin YILDIRIM

Producer:

Mehmet Emin YILDIRIM

Cengiz YILDIRIM

Tülay YILDIRIM

Şeyda YILDIRIM

Sound Mixer:

Orkun OKUR

Director of Photography :

Mehmet Emin YILDIRIM

ErciDerki (C.K)

Editing:

ErciDerki (C.K)

Director:

Mehmet Emin YILDIRIM

28 Ekim 2011 Cuma

Andrei Zvyagintsev- The Return (Dönüş)



AH KÜÇÜK ANDREİ

Stalker'ın (Andrei Tarkovski) Dream Squence (Rüya sahnesi) görselinde bir açılış sahnesiyle başlıyoruz.

Bir yönetmenin anısını ayakta tutmakla, bir yönetmeni kopyalamak arasındaki o ince farkı kavradınız mı!

Bir yönetmeni sinema tarihindeki en önemli noktaya koyabilirseniz (bilinçli), o zaman o yönetmeninin biçimsel açıklıklarını (günümüze uyarlanan sinema biçimi) yakalamalı ve daha ileriye adım atmaya çalışmalısınız.

Ama kimin sanatçı, kimin yönetmen olduğunu bilinçli bir şekilde deneyimlemek, çok büyük bir iştir.

130 senelik yönetmenlik arşivi var önünüzde. Hadi bakalım, çıkın yola...

Deneyin!

Stalker'ın görselinden devam edelim:

Görselinde...

Sadece görselinde demiştik.

Evet görselin içinde, görsel (görmeye meyilli) "atmosfer" dahilinde benzerlikler var iki yönetmen arasında. (Tarkovski- Zvyagintsev) Doğu (meditasyon- Artemyev) müziğinin o direkt kalbe nüfuz eden etkisi, suyun derinliği (su altı), babanın teknesinin batışını gösteren imgeler...

Andrei isimli bir yönetmen. Meslaktaşı gibi aynı coğrafyalardan bir yönetmen...

Eisenstein'ı ve Tarkovski'yi özleyen eski Sovyetler'den...

Ya.

Filmin rengi tabirini kullanırız: Filme en son aşamasında uygulanan ve film fikrinin en başında karar verilen atmosferi tanımlamak için.

Gri, açık yeşil, kırmızı, turuncu.

Film "color correction" sayesinde taslak halinde düşünülmüş bir fiziksel- psikolojik etkiye sahip olur. Filmin kendisini tanımladığı, oyunculuklarını ve karakter- tip ilişkilerini betimlediği bir yardımdır bu.

En klasik seyirci bile; gri renkli bir filmde "mutlu son" (happy ending) beklemekten vazgeçmiştir. O yüzden çok digital olmayacak şekilde filme atmosfer tanımlamak, filmi psikolojik olarak renklendirmek, en acilinden bir kurtuluştur bizim için.

Ama...

Filmin renginin, film içinde ortaya çıkacak bir kişisel hakikatle bağlantısı şüphelidir.

Filmin sadece rengiyle, en gözde olan yönetmenine benzemeye çalışılan yönetmenler de problemlidir.

Her Sovyet toprağının meyvesi yönetmen; çok büyük bir geçmişle dünyaya gelir ve ne yazık ki bu geçmişinden vazgeçmeden (bilinçli) de benden tam not almakta zorlanacaktır.

Benden söylemesi!

BABA

Baba sevgisini içine atmış iki küçük çocuk. Unutmak istedikleri babalarını, kurtulmak istedikleri babalarını, zihinlerinin en derinlerine itmişler. (Bilinçdışı- Bilinçaltı)

Çok derinlerde acılar içinde iki çocuk.

Her şeyi bir oyun olarak görmekteler. Erkekliklerini, babalarının onlara sağlayamadığı kuvvetlerini gururla savunmaktalar.

Ve...

Ansızın çıkıp gelen baba.

Büyük adamdır. Güçlü, sert, karizmatiktir kendisi...

Hiçbir şey olmamış gibi girer çocukların hayatına.

Babanın kim olduğunu, neye benzediğini, ne tür işlerle uğraştığını ne biz biliyoruz, ne de çocuklar.

Gizem de burada...

İKİLİ GRUP


Eğer bir çatışmanın etkinliğini artırıp filme yön vermesini isterseniz (istenen bu) karakterleri (çocukları) tepkileri boyutunda zıt dürtülere sokmanız gerekir.

Küçük çocuk; büyüme çabasında, babası gibi, biraz huysuz, biraz dobra, gururlu...

Büyük çocuk; büyümüş de küçülmüş; annesi gibi, bam teline basmadan ses çıkartamayan...

Sınırlar da böyle çiziliyor.

Eğer çok iyi (saf, temiz) bir karakter yaratmak isterseniz; tam tersi bir karakteri yerleştirin senaryoya, ne kötüyü kötü yapmak zorunda kalasınız, ne de çok iyiye çok iyi olabileceği eylemler bulasınız.

Yani...

Küçük çocuğun her hareketi, büyük çocuğun hareketlerini betimliyor; yine tam tersine küçük çocuğun her hareketi büyük çocuğu.

Anne ve babayı betimliyorlar, işte anlayın!

Aileyi...


Hem de ailenin bu bireylerini göstermeden...

Bu ikili grup; bir babanın iki oğlu, çatışmanın odağında babalarını öldürüyorlar. Belki bilerek, belki bilmeyerek...

Babalarını cezalandırıyorlar...

Haketmiş babalarını!

Zvyagintsev

Çocukların ikili muhabbetleri, çocukların seçimi, film rengi, atmosfer tasarımı çok yerinde.

Öykünün biçimlenişi, anlatımın sadeliği güzel.

Yalnız; görsel dinamik sallantıda...

Genel planlarda yakalanmaya çalışılan manzara resimleri hızlı seçilmiş, üzerine düşünülmemiş...

Klasik bir öykü anlatma, öyküyü anlatıp gitme havası, yönetmeni istediği şeyleri yapmaktan, planlar üzerine derin düşünmekten alıkoyuyor.

Öykünün (görsel fikir- edebi fikir) ardışık sahnelerle resimlenerek anlatılmaya çalışılması kendini geliştirmeye çalışan bir yönetmen için büyük bir handikaptır:

Bakın.

Görsel düşünmeli, görsel uygulamalıyız.

Neyi anlattığımızdan ziyade, nasıl anlattığımıza odaklanmalıyız.

Daha önce anlatılan bir şeyi anlatıyorsak eğer; ne yapıp edip bunu başka bir şekilde anlatmalıyız.

Vazgeçmeyin.

İlkelerinizden vazgeçmeyin, tüm dünya size sırtını dönse de vazgeçmeyin.

Ancak o zaman; kendi dilinizi bulabilir ve Andrei Tarkovski'yi taklit etmeyi durdurabilirsiniz..

Değil mi Zvyagintsev...

Şimdilerde ne düşünüyorsun!

29.10.2011

25 Ekim 2011 Salı

Steven Soderbergh- Contagion (Salgın)

Bulaşıcı Olmayan Hastalıklar

Matt Damon, Gwyneth Paltrow, Jude Law, Kate Winstlet, Fishburne...

İsmi; Salgın (Bulaşma) olan bir filmin afişinde yukarıdaki isimleri görürseniz ne yaparsınız, ne düşünürsünüz?

Sevdiğimiz, bildiğimiz, kült olabilecek konusunu da farkedersek?

Heyacan var mı!

Tempo, siyasi gelişmeler, hareketli devlet başkanları, koşuşturan masum insanlar, sonuca giden başroller...

Eskilerden tanıdığınız, hazırlıklı olduğunuz bir film bu!

Gerçekten...

Salgın filmini izlemeden önce birazcık araştırma yapmış olsanız (yönetmeni dışlıyorum) sinematografik hafızanız size filmin geleceği ile ilgili çok önemli detaylar sunar.

Yalnız...

Bazı filmler sizin ne istediğinizi bilirler ama size istediğinizi vermezler!

Minimal Aksiyon


Film başladı ve siz güçlü bir olay örgüsünü beklemeye koyuldunuz:



Tüm dünyayı yeni gelişen bir virüs nedeniyle karantinaya almamız gerekiyordu. Doktorlar, bilim adamları, siyaset adamları (özellikle Amerikalı olanlar) bu virüsü ortadan kaldırmak ve dünyayı kurtarmak için seferber olacaklardı...

Evet; bunlar oluyordu...

Ama sizin içinizde halen bir uyuma hissi vardı. Güzel bir öyküsü olduğunu hissettiğiniz film size ilk baştan itibaren sıkıcı gelmeye başlamıştı.

Esnemeye başladınız. Tanımlayamadığınız bir eksiklik vardı bu bol ünlü oyunculu, klasik olması gereken filmde.

Birincisi filmin; olay örgüsüne katkıda bulunan karakterleri çok fazlaydı. Hiçbir karakteri tam olarak anlayamamıştınız. Kimin tam olarak ne peşinde koştuğunu ve kimden yana olmanız gerektiğini kavramayamıştınız.

İkincisi; olaylar çok sıradan gelişiyorlardı. Aslında çok anormal durumlarla karşılaştığınız bir çok film ve dizi izlemiştiniz (The Walking Dead, 28'ler) ama bu sefer bir grup şanslı karakterin peşinden gidip, dünyada vuku bulan olaylara katılmanız yönetmen tarafından engellenmişti.

Yani bir türlü bir karakteri sevemiyordunuz. Olaylar sizi filmin içine almıyordu. Film; haberlerde izlediğiniz bir felaket belgeseli gibi sizi dışarıda tutuyordu. (Özdeşleşme- Yadsıma)

Üçüncüsü; film müzikleri; vahim nokta dediğimiz (dönüm noktası) en büyük noktada değil, neredeyse en küçük öznel gelişim de bile devreye giriyordu.

Dördüncüsü; olaylara kendinizi kaptıramadığınızdan dolayı filmi "oluyor olan bir durum" olarak değilde daha sonra olabilecek bir durum gibi karşılamak zorunda kalmıştınız.

Siz; bu filmin içinde bu durumlarla yüzleşen kişiler değildiniz. Yavaş yavaş; bu durumda kalan kişiler olsanız ne olurdu düşünseline doğru kaymaya başlamıştınız.

Beşincisi; filmde hiçbir heyacan görünmüyordu. Sokaklar boş, evler boşaltılmış, doktorlar umutsuz, siyasetçiler bilinçsizlerdi ama nedense bu durumlar bir türlü size "gerçek" görünmüyordu.

İşte...

Bir eğlence birimi, bir vakit geçirme aracı değildi geçen bu dakikalarınız...

Bir bilinçli seyirci oluşturma ayiniydi.

Dünyanın gerçeklerine (olabilecek olan) bakmanız için küçük bir fırsattı bu film.

Siyasetçiler ilk önce yakındakilerini kurtarıyordu. Aşılar (kurtarıcı) çok kötü durumlarda bile kapital üretim amacı olarak kullanılıyordu. İnsanlık çok güçsüzdü ve bu yüzden acımasızdı.

Şimdi kuş giribi, domuz gribi, tavuk gribi olaylarına bu filmi izledikten sonra daha ters bir açıdan bakmanız mümkün.

Bu konuları biliyorsunuzdur ama ben yeniden sorayım!

Mümkün mü?

Bekleme Yapma

Bu konunun yeniden neden işlendiğini (tekrar ve tekrar), bu konuların çok fazla eskidiğini filmin fragmanını izlediğiniz zaman düşünmüştünüz...

Ya...

Klasik bir şeyler bekliyorsanız, yanılacaksınız, hayal kırıklığına uğrayacaksınız...

Sıkılıp, film de uyumanız da mümkün.

Ama klasik olay örgüsünü çok oyunculu modeli ile zayıflatan, seyircinin gerilim düzeyini azaltmak ve düşünsel katılımını sağlamak için klasik film biçimini aşkınlayan, beğenilmeme ve dışlanma pahasına ismini koruyan bu yönetmeni saygıyla anmalısınız.

Bildiğimiz bir öyküyü; bize bilmediğimiz bir şekilde anlattığı için Steven Soderbergh'e teşekkür ederiz.

Daha kat edilmesi gereken çok yol olsa da...

26.10.2011