23 Şubat 2012 Perşembe

Lars von Trier- Dancer In The Dark (Karanlıkta Dans)

Peliküle kaydedilen zaman kesitini (film) tür (genre) kategorisi içerisine yerleştirenler; Hollywood Estetiğinin ticari tarafında bulunan büyük paralı adamlardır. Her sanat kendini ve kendini belirleyen sınırlarını farklı zihinler tarafından ortaya koyulan eylemler içerisinde tanır. Tabii; bu eylemlerin sayısının artması, belirli bir ansiklopedik kültür oluşturmak ve geleceğe dönük zaman planlaması yapmak adına farklı isimler altında sınıflandırılan eserlerin oluşmasını da sağlamaktadır. Problem şu: Bu sınıflandırmalar, filmin kendisini ve sınırlarını anlayamayacak kapasitede bir zihin tarafından da yapılabilir. Sonuçta bahis sanat eserleridir. Yani kısaca filmlerdeki tür kavramı (avam ağzında tarz) yılda 500 film çeken ticari bir silsilenin, filmleri daha iyi pazarlamak için oluşturduğu bir genellemedir. (Klasifiye) İyi bakarsanız, Avrupa zihni; filmlerini türleri ile değil yönetmenleri ile anmaktadır… Bu film için birinci önemli nokta da burası: Trier bu türdeşleşme geleneğinin ekmeğine biber sürmeye çalışmıştır. Müzikal olarak türleşen filmlerdeki klasik yapıyı iyice incelemiş ve aniden şarkı söylemeye başlayan bu film karakterlerini filmine başat öğe olarak yerleştirmiştir. Müzikal tür filmlerinde müzik eseri bir dış efekt olarak kullanılır kararına varmış ve kendi filminde ortam seslerini belirli bir armoniyle harekete geçirmiştir. Aniden şarkı söylemeye başlayan karakterimize ortam hazırlayan doğal seslere hafif de olsa bir dış efekt müziği eklenmemiş olsaydı; Trier’ın bu konuda önemli bir “dil” problemine parmak bastığını söyleyebilirdik. İkinci önemli nokta da Trier’in türdeşleşmeyi oluşturan özdeşleşme geleneğini bozmaya çalışmasıdır. Bir Hollywood filmi seyircisini; dikkatli bir şekilde kurduğu kurmaca atmosferin içinde tutmaya yönelik tavırlar takınmıştır. Yani kısaca bir Hollywood filminde siz seyirci olarak, film süresince egonuzu yönetmenin (arkada yapımcının) kendisine teslim etmiş sayılırsınız. Ama sorun şurada, egonuzu 2 saat boyunca yönetmene teslim etmeden de bir filmi izleyebilirsiniz. Trier kamera omuzda çektiği planlar (aksiyon kamera) ve ani kurgusal sıçramalarla (jump cut) sizin filmi heyecanlı bir şekilde ve kendinizden bihaber izlemenize izin vermez. İyi de yapar… (Trier’in Kamerayla Özdeşleşme Bozma Tekniği En Basit ve En Etkisiz Yöntemlerden Birisidir.) Üçüncü nokta da Dogville’de de dikkatimizi çeken mütevazilik perdesine saklanmış bencil kadın karakterimiz. Björk (Selma) bencilce bir tavır ile kör olma ihtimali olan bir çocuğu dünyaya getiriyor ve yine bencilce bir tavırla 13 sene boyunca kendini işine adıyor. Para biriktiyor çünkü çocuğunun kör olmasını engellemek niyetinde. Ama o kadar yapışmış ki bu idealine (saplantı) bunun için adam öldürebilir, ölmeyi göze alabilir hale gelmiş. Bu hareketi bir fedakarlık örneği olarak da görebilirsiniz, ama bu tavır bir fedakarlık örneği olmuş olsaydı, Selma’nın asılması sırasında çocuğunun ismini sayıklamasını duyamazdık. Eğer bu idam, çocuğun hayatı düzgün yaşaması için yapılmış olsaydı, Selma’nın yüzünde bir tebessümle ölümü kabul etmesi gerekirdi. – Zaten ölümü kabullendiğini söylemişti daha önceki sahnelerde- Selma ancak en iyi arkadaşı (Katty) “sen doğru olanı yapıyorsun” deyince rahatlamıştır. Bu detayı nasıl algımanız gerektiğini siz bilirsiniz, ama; eğer Trier’in Dogville’in tüm film öyküsünün mütevazi tavırların arkasına saklanmış bencil kadın karakterini (Nicole Kidman) işlediğini hatırlarsanız, yönetmenin bilinçaltına ulaşmanızın ve buradan bir sonuç çıkartmanızın daha da kolaylaşacağını düşünüyorum. Böylelikle Hollywood kalıplarının dışına çıkmanın da bir seçenek olabileceğini, öykünün minimal yapısının da bir şekilde bizlere samimi (ilgi çekici) gelebileceğini görmüş oluyoruz…

Hiç yorum yok: